Birinci delil “Zamanın ihtiyacı” - Müslüman Ahmediye Cemaati

Birinci delil “Zamanın ihtiyacı”

Allah’ıncc tayin ettiği ve gönderdiği bir elçinin doğruluğunun ilk delili zamanın ihtiyacıdır. Allah’ıncc hiçbir işi zamansız veya yersiz değildir. Dünyada ihtiyaç hâsıl olmadıkça, Allah’tancc hiçbir şey nazil olmaz. Diğer taraftan, bir şeye ihtiyaç duyulduğunda, Allahcc onun için nazil olması gerekene de engel olmaz. İnsanın en küçük maddi ihtiyacını dahi Allah-u Teâlâ karşılar. Dünyevi ihtiyaçların karşılanmasına bu denli özen gösteren Allah’ıncc insanın manevi ihtiyaçlarını göz ardı etmesi ve onların gerçekleşmesi için hiçbir çaba göstermemesi, O’nun şan ve şerefine aykırıdır. Hâlbuki insan bedeni fanidir, onun ihtiyaçları geçicidir ve gelişimi de sınırlıdır. Buna karşılık, ruh için ebedi hayat mukadderdir. Ruhun ihtiyaçları sınırsızdır ve onun gelişimini insan aklının tasavvur etmesi ise mümkün değildir.

Kuran-ı Kerim ışığında Allah’ıncc sıfatlarını mütalaa edersek, dünyada bir ıslah ediciye ihtiyaç duyulduğu zaman, Allah’ıncc böyle bir ihtiyacı karşılamak için hiçbir şey yapmayacağını bir an bile düşünmemiz mümkün değildir. Aksi takdirde insan hayatı anlamını yitirir. Allahcc Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبٖينَ ۞مَا خَلَقْنَاهُمَا اِلَّا بِالْحَقِّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ۞

“Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanı, eğlenirken yaratmadık. Biz onları, daimi bir amaçtan başka (bir gaye ile de) yaratmadık. Ama onların çoğu (bunu) bilmezler.[1]

Bu ayetten şu netice çıkmaktadır: İnsanlar manevi çöküş yaşayıp bir ıslah ediciye muhtaç olduklarında, Allahcc onlara mutlaka bir ıslah ediciyi gönderir. O, bu insanları manevi zaaftan kurtarır ve doğru yola getirir.

Allah’ıncc sıfatlarını göz önünde bulundurduğumuzda, ihtiyaç duyduklarında O’nun kullarını kimsesiz bırakması aklen de mümkün değildir.  Bu konuyu Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim’de hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde beyan etmiştir:

وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ۞

“Bizde, hazineleri mevcut olmayan tek bir şey yoktur. Ancak Biz, onu belli bir ölçüye göre indiririz.[2]

Bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, Allahcc bir şeye ihtiyaç duyuldukça onu nazil eder. O’nun hiçbir işi hikmetsiz değildir. Bundan dolayı ihtiyaç duyulmayanı da göndermez. O, ihtiyaç duyulanı karşılamaktan asla aciz değildir. Aynı şekilde Allahcc Kuran-ı Kerim’de şunu da buyurmaktadır:

وَاٰتٰكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا

“Kendisinden dilediğiniz her şeyi size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya (çalışırsanız, kesinlikle) onları sayamazsınız…[3]

Bu ayette “dilemekten” asıl kastedilen gerçek ihtiyaçtır. Çünkü kulun dilediği her şey ona verilmez. Ancak insan fıtratının ihtiyaç duyduğu ve insanın ebedi hayatını etkileyen her şey ise kendisine verilir ve bunun gerçekleşmesi için de gerekli olanı, Allahcc sağlar.

Benim bahsettiğim genel bir kanundur. Hidayet söz konusu olunca, Allah-u Teâlâ onun hakkında özellikle, kullarım hidayete muhtaç olduklarında, hidayete erişmeleri için gerekli olan her şeyi ben sağlarım, demektedir. Allahcc, bu görevi bizzat üstlenmiştir ve hiç kimseyi bu vazifede kendine ortak kılmamıştır. Nitekim O, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

اِنَّ عَلَيْنَا لَلْهُدٰى ۞

“Doğru yol göstermek, kesinlikle Bize farzdır.” [4]

Kuran-ı Kerim, zamanın ihtiyacına göre insanların hidayeti için lazım olanın sağlanmasını farz kılmıştır. Kuran’dan anlaşıldığına göre Allahcc bunu sağlamasaydı, Kıyamet gününde kulları haklı olarak, Sen bize hidayet yolunu göstermek üzere kimseyi göndermedin diye itirazda bulunup, “Bize neden azap veriyorsun?” diyeceklerdi. Allahcc ise bu konuda şöyle buyurmaktadır:

وَلَوْ اَنَّا اَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِهٖ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ اٰيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَذِلَّ وَنَخْزٰى ۞

“Bu (Peygamberi göndermeden) önce, onları bir azapla helâk etseydik, onlar derlerdi ki: Ey Rabbimiz! Neden bize bir peygamber göndermedin? (Eğer gönderseydin) herhangi bir rezillik ve aşağılığa uğramadan önce, ayetlerine mutlaka uyardık.[5]

Allahcc böyle bir itirazı reddetmemekte, bilakis göz önünde tutmaktadır. Kuran-ı Kerim bu konuyu çeşitli yerlerde işleyerek önemini vurgulamaktadır.

Daha da ileri giderek, ihtiyaç duyulduğu halde bir hidayet vericiyi göndermeden, bir kavime azap verilmesini de zulüm olarak ilan etmektedir.

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اَلَمْ يَاْتِكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَاتٖى وَيُنْذِرُونَكُمْ لِقَاءَ يَوْمِكُمْ هٰـذَا قَالُوا شَهِدْنَا عَلٰى اَنْفُسِنَا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَشَهِدُوا عَلٰى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِرٖينَ ۞ذٰلِكَ اَنْ لَمْ يَكُنْ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا غَافِلُونَ ۞

“Ey cinler  ve insanlar topluluğu! Aranızdan, size ayetlerimizi anlatan ve bugünkü karşılaşma için sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar, biz (bugün) kendi aleyhimize şahadet ediyoruz, diyecekler. Dünya hayatı onları aldatmıştı. Onun için kâfir olduklarına dair, kendi aleyhlerinde şahitlik edecekler. Bu (peygamberleri göndermesi) Rabbinin, şehirlerde yaşayanlar habersizken, zulüm ederek (onları) yok eden olmamasındandır.[6]

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, bir kavim hiç uyarılmadığı halde onun azaba layık olduğuna fetva vermek zulümdür. Diğer bir ifade ile bir kavim hidayete muhtaç olduğu halde Allah’tancc bir yol gösterici gelmezse ve buna rağmen Allahcc Kıyamet günü dalalete sapmalarından dolayı onları cezalandırırsa, bu açık bir haksızlık ve zulüm olur. Ancak Allahcc zalim değildir. Bundan dolayı, bir kavim hidayete muhtaç olduğunda, Allah’ıncc da bunu sağlamaması mümkün değildir.

“Şüphesiz bu zikri, Biz indirdik. Bunun koruyucusu (da,) Biz olacağız.”

Şimdiye kadar anlatılanlar çerçevesinde İslam’a göre, bir kavim hidayete muhtaç olduğunda, Allahcc tarafından hidayet için gerekli olan kendilerine verilecektir. Bu genel kurala ilave olarak da Kuran-ı Kerim Muhammedi Ümmet’e özel bir söz vermektedir:

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ۞

“Şüphesiz bu zikri, Biz indirdik. Bunun koruyucusu (da,) Biz olacağız.[7]

Ayet-i kerimede zikredilen koruma iki türlüdür. Birisi zahiri koruma olup, diğeri ise onun manalarının korunması anlamındadır. Her iki türlü korunma sağlanmadığı müddetçe, korumak istediğimiz şey korunmuş sayılmayacaktır.  Örneğin bir kuşun derisini, gagasını ve ayaklarını muhafaza edip, içini ot doldursak, kuşu değil, ancak onun dış görünüşünü korumuş oluruz. Kuş bu şekilde yaşıyor sayılmaz. Aynı şekilde, kuşun gagası veya ayakları zedelenirse veya kanatları kırılırsa, bu halde de onun korunmuş olduğundan bahsedilemez. İlave veya kısaltmalar yapılarak tahrife uğramış, dili ölmüş ve manası anlaşılmayan ve de vahyedilmiş olduğu maksada da artık hizmet etmeyen bir Kitap, ancak ölü bir Kitaptır ve korunmuş da değildir. Çünkü onun kelimeleri olduğu gibi kalmış olsa da manası artık kaybolmuştur. Hâlbuki asıl olan onun manasıdır. Sözlerin korunmasına gelince, o da sadece mananın korunması içindir. Nitekim Kuran-ı Kerim’in korunmasından da hedeflenen hem sözlerin hem de mananın korunmasıdır.

Bu sözün ilk bölümü, yani Kuran-ı Kerim’in zahiren korunması vaadine gelince, Allah’ıncc aldığı tedbirleri gördükçe insan hayrete düşmektedir. Kuran-ı Kerim’in vahyedilmesine kadar Arap dili sistemleştirilmemiş, dilbilgisi, telaffuzu ve tabirleri belirlenmemişti. Lisanın kalıpları ve diğer kıstasları bir kaideye bağlanmamıştı. Hatta yazının korunması adına tek bir tedbir de bulunmuyordu. Lâkin Kuran-ı Kerim nazil olur olmaz, Allahcc muhtelif müminlerin gönüllerine ilham ederek bu ilimlerin sistemleştirilmesini sağladı. Sırf Kuran-ı Kerim’e hizmet etmek ve onu korumak üzere, ilk Müslümanlar lügat, belagat, tecvit, dilbilgisi, tarih, fıkıh gibi muhtelif ilimleri tesis ettiler. Bu ilimler, Kuran-ı Kerim’in korunması için gerekli olduğu kadar gelişti. Bu zahiri ilimler arasında dilbilgisi ve lügat ilmi Kuran’ın korunması için en önemli olanlardı. Nitekim bu ilimler, diğerleri arasında en çok gelişenler de oldular. Hatta Avrupa âlimlerine göre, Arapça dilbilgisi ve lügat ilimleri diğer dillerin dilbilgisi ve lügat ilimlerine nispetle en fazla sistemleştirilmiş olanlardır.

Bu ilimlerin geliştirilmesine ilaveten, Kuran-ı Kerim’i korumak üzere Allahcc, yüz binlerce müminin kalbine onu ezberleme arzusunu da yerleştirmiştir. Allahcc Kuran-ı Kerim’in ibarelerini ne nesir ne de şiir kıldı. Bunun sonucunda Kuran’ın ezberlenmesi de kolay oldu. Muhtelif metinlerin ezbere öğrenilmesinde tecrübe sahibi olanlar, en kolay ezberlenen metnin, Kuran’ı Kerim olduğunu bilirler. Kısacası bir taraftan Kuran kolay ezberlenen bir şekilde indirilmiştir, diğer taraftan yüz binlerce müminin kalbine onu ezberleme isteği yerleştirilmiştir ve de namazlarda Kuran-ı Kerim’in bir parçasının okunması farz kılınmak suretiyle, her Müslüman onun bir bölümünü korumaktan sorumlu kılınmıştır. İşte bütün bu tedbirler sonucunda Kuran-ı Kerim’in bütün mevcut nüshaları düşman tarafından (hâşâ) telef edilse bile, Kuran-ı Kerim’in ortadan kalkması mümkün değildir.

Kuran-ı Kerim’in metninin korunması için Allahcc tarafından alınan tedbirlerle, onun ortadan yok olmasının mümkün olmadığını, sunduğumuz birkaç örnek açıkça ispatlamaktadır.

Metnin korunması gerçek hedef olmadığı halde, Allahcc onun korunması için bu kadar tedbir aldıysa, o zaman asıl hedef olan mananın koruması hususunda hiçbir tedbir almayacak mıydı? Aklını kullanan herkes, “Böyle bir şey mümkün değildir, çünkü madem Allahcc Kuran-ı Kerim’in zahiri koruması için o kadar tedbir aldı, manasının korunması için O, daha da çok tedbir almalıdır,” diyecektir. Doğru olan budur, çünkü Yüce Allahcc Kuran-ı Kerim’de, “Şüphesiz bu zikri, Biz indirdik. Bunun koruyucusu da, Biz olacağız,” diye buyurmuştur.

Bu ayet-i kerime hem metnin hem de mananın korunacağına dair vaadi içermektedir. Mananın korunmasının en önemli unsuru şudur: İnsanların Kuran hidayetinden uzaklaşmaları sonucu, Kuran nuru ancak kelimelerde kalacak ve kalpleri de onun tesiri ve tasarrufundan uzaklaşacaktır. O zaman Allahcc indinden bazı tedbirler alarak, tesirini yeniden yerleştirecek ve Kuran-ı Kerim’in manasını tekrar ortaya çıkararak ölülere hayat nasip edecektir. Nitekim sahih hadisler bu görüşü desteklemektedirler. Hz. Ebu Hureyre’ninra rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimizsav;

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا .

“Şüphesiz Allahcc bu ümmet için her yüzyıl başında dinini tecdit eden (yenileyen) bir kimse gönderecektir.[8]” diye buyurmuştur.[9]

Bu hadis aslında yukarıda önceden zikredilen ayet-i kerimenin tefsiridir. Zahire önem verenler veya kavrama kabiliyeti kısıtlı olanlar bu ayetin sadece kelimelerine bel bağlamasınlar ve bu şekilde İslam dininin korunması için alınan önemli bir tedbiri göz ardı etmek suretiyle insanların delalete düşmelerine sebep olmasınlar diye, Peygamber Efendimizsav bu ayetin içerdiği konunun bir kısmını herkesin anlayacağı şekilde açıklamıştır.

Bu hadisten anlaşılan diğer bir konu da şudur: Müslümanlar Kuran-ı Kerim’in manalarını anlayamadıkları için, Allah’ın Kelâmından uzaklaşmanın sonucunda ortaya çıkan fesatları düzeltmek üzere zuhur edecek olan bu insanlar, her yüzyılın başında geleceklerdir. Bu durumda Kuran’ı Kerim’in korunması için kalelerden bir zincir oluşturulmuştur. İslam’ın her döneminde müceddidin kendisi veya onun sohbetinden feyizlenenler yahut da onların sohbetinden feyiz bulanlar mevcut olacaklardır. Böylelikle diğer dinlerde ortaya çıkan fesatlardan İslam korunmuştur. O dinlerin asılları ile hiç alâkaları kalmadığı halde Allah-u Teâlâ İslam’ı vaadine uygun olarak böyle bir fesada düşmekten tam manası ile korumuştur ve hep koruyacaktır.

Özetle Kuran-ı Kerim’den anlaşılanlar şöyledir:

1. İnsanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını Allah-u Teâlâ mutlaka karşılar. Özellikle maddi ihtiyaçlardan daha fazla önem arz eden, etkisi geniş ve önemi büyük olan manevi ihtiyaçlar O’nun tarafından kesinlikle karşılanır. Allahcc bunu yapmasaydı, âlemlerin yaratılışı anlamsız kalırdı.

2. Allah’ıncc verdiği sözüne göre, kul hidayete muhtaç olduğunda, O kendisine hidayet verecektir.

3. Allahcc bunu yapmadığı takdirde, O’nun bu tutumuna itiraz etmek insanın hakkıdır.

4. Allahcc ihtiyaç duyulduğunda hidayet göndermeyip, delalete düşmüş olanları cezalandırırsa, bu bir zulüm olur, oysa Allahcc zalim değildir.

5. Müslümanların ıslahı için Kuran-ı Kerim’in manasını korumak gayesiyle bazı kimselerin gönderilmesine dair özellikle söz verilmiştir.

6. Hadislerden anlaşıldığına göre, en azından her yüzyıl başında böyle kimseler mutlaka ortaya çıkacaklardır.

Bu devir Rabbani bir ıslahatçıya muhtaç değil midir?

Allahcc kalbinizi hakikati kabule açık tutsun! Acaba bu devir Rabbani bir ıslahatçıya muhtaç değil midir? Hadislerden anlaşılan, genel olarak her yüzyılın başlarında Kuran’ın manalarını korumakla görevli böyle bir ıslahatçının gelmesini gerektiren ihtiyaçlar mutlaka ortaya çıkacaktır. O, İslam dininin gerçeklerini insanlara açıklayacaktır. İçinde bulunduğumuz devir itibariyle, şu an değil yüzyılın başı, yarısı bile geçmiştir. Ancak bu hadisleri göz ardı edip, sadece zamanın ortaya koyduğu şartlara bir göz atarsak, bu devrin bir ıslahatçıya ihtiyacı olup olmadığı ortaya çıkacaktır. Eğer zamanımızda Müslümanlar ve diğer kavimlerin durumu bir ıslahatçıya ihtiyaç duymayacak idiyse, o zaman hiçbir iddiacıya kulak vermemize de gerek olmayacaktır. Ancak aksine Müslümanların fiili durumu, “Bu devir bir ıslahatçıya muhtaç değilse, o zaman hiçbir devir bir ıslahatçıya ihtiyaç duymamıştır,” diye haykırıyorsa yahut da İslam düşmanlarının İslam’ı silmek üzere gösterdikleri çabalar haddi aştıysa, o zaman biz de bu devirde Allah tarafından mutlaka birisi gönderilmeli diyeceğiz. Gelecek olan kişi, İslam’ın gerçek yüzünü takdim edip, İslam düşmanlarının saldırılarını püskürtecek ve Müslümanlara gerçek İslam’ı anlatarak gönüllerinde din sevgisini yerleştirmek suretiyle İslam’ın ihya gücünü gösterecektir.

“Bu devirde Müslümanların durumu nasıldır?” ve “Düşmanlarının düzenleri hangi safhaya ulaşmıştır?” gibi soruların bence iki farklı cevabı olamaz. Gerçeği gizlemekte bir menfaati olmayan ve iyiyi kötüden ayırt edemeyecek kadar insanlıktan uzaklaşmamış olan herkes, Müslümanların fikrî ve manevi bakımdan olduğu gibi itikat ve amel bakımından da İslam’dan çok saptıklarını itiraf edecektir. Bugünkü Müslümanların gerçek durumunu Kuran-ı Kerim şöyle ortaya koymaktadır:

وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ اِنَّ قَوْمِى اتَّخَذُوا هٰـذَا الْقُرْاٰنَ مَهْجُورًا ۞

“Peygamber (de,) “Yarabbi! Şüphesiz kavmim, bu Kur’an’a terk edilmiş (bir şey gibi) davrandı, diyecek.[10]

Eğer bu ayet-i kerime herhangi bir devrin Müslümanlarına harfiyen tatbik edilebiliyor ise, bu ancak bulunduğumuz devrin Müslümanlarıdır. Artık “Müslümanlar İslam’ın emirlerinden kaçını terk etti?” sorusu yerine, “Terk etmedikleri bir emir kaldı mı?” sorusu sorulmaktadır. “Müslümanları kabristanda ve İslam’ı kitaplarda bulabilirsiniz,” sözü ise günümüz için çok doğrudur. İslam’ı bugün ancak Kuran-ı Kerim’in sayfalarında ve Hadis kitaplarında bulabilirsiniz, fakat Müslümanların hayatında bulamazsınız. Birincisi; Müslümanlar, İslam’ın öğretilerini hiç denecek kadar az bilmektedirler. İkincisi; İslam’ı öğrenmek isteseler dahi, onun her güzelliğini çirkinleştirdikleri için gerçek ilmine vakıf olmaları da neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Allahcc hakkında uydurulan inançlar o kadar çirkindir ki, onları kabul edecek olursak, bir müminin ağzından aşağıdaki kelimelerin artık çıkmaması gerekir:

سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِهٖ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ [11]

Yüce olan Allah hamdiyle kusurlardan münezzehtir.

Melekler hakkındaki inançlar da aynı şekilde son derece çirkinleşmiştir. Oysa melekler hakkında Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

…يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ ۞

“Onlar kendilerine emredileni yaparlar.”

Oysa artık melekler, Allah’acc itiraz edenler olarak gösterilmekte ve bazense insan hüviyetine bürünerek yeryüzüne inip pis kadınlar ile aşk yaşayanlar olarak takdim edilmektedirler. Peygamberler söz konusu olduğunda ise, onlara yalan ve günah isnat edilmektedir. Böylelikle onlarla olması gereken sevgi bağı tek bir darbe ile koparılmaktadır. İlahi vahye gelince, onun şeytani müdahalelerden münezzeh olmadığı anlatılarak itibarı düşürülmektedir. İçki, Cennet ve Cehennem keyfiyeti anlatılırken, bunlar adeta bir şairin hayali yahut da gülünç hikâyeler gibi sunulmaktadır.

Öteki peygamberler bir yana, Peygamber Efendimiz’esav bile (hâşâ) Hz. Zeynebra ile bir aşk macerası veya bir cariye ile gizli münasebetler gibi akıl almaz ve ahlaktan uzak şeyler isnat edilmektedir. Böylelikle onun kâmil, güzel ve faziletli ahlaklara sahip olan kişiliği çirkinleştirilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki onu en iyi tanıyan Hz. Ayşera şöyle buyurmuştur:

كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْاٰنُ

“Peygamber Efendimizsav Kuran’ın canlı bir tasviri idi.”[12]

Diğer taraftan Nasih ve Mensuh meselesi uydurularak, Kuran-ı Kerim gibi kâmil bir kitap hakkında nass (açık bir emir) bulunmadığı halde, kendiliklerinden ayetler arasında ihtilaf göstermek suretiyle birçoğunun geçersiz olduğunu kararlaştırmışlardır. Böylelikle tefekkür eden birisi için bile her ayet-i kerime itibarsız kılınmıştır. Vefat etmiş olan Musevi bir peygamberi geri getirmek suretiyle Muhammedi Ümmetin kabiliyetsizliği ve Peygamber Efendimizinsav (hâşâ) çaresizliği ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

İnançların durumu gibi, amellerin durumu da aynı derecede teessüfe şayandır. Yüzde yetmiş beşi ne namaz kılıyor, ne de oruç tutuyor. Zekât veren ise pek yoktur. Bunu gönül rızasıyla verenlerin sayısı ise, ancak yüzde iki kadardır. Üzerlerine hac farz olanlar bunu telaffuz bile etmezlerken, kendilerine hac yasak olanlar, hacca gidip hem kendi isimlerinin hem de İslam’ın adının lekelenmesine sebep oluyorlar. Keza amellerini yerine getiren az sayıda Müslüman’a gelince, onlar İslam’ın talimatlarına uymaya çalışırlarken, güttükleri amacı göz ardı edip kendilerinin lanetlenmesine, diğerlerinin ise küçük düşmelerine sebep olmaktadırlar. Namaz kelimelerinin manasını Arap ülkeleri dışında bilen hemen hemen yok gibidir. Diğer taraftan anlamını bilmeden namazı eda edenler, onu bir borç ve yük zannederek kılarlarken, rüku ve secdelerini ayırt etmemiz ise mümkün olmamaktadır.  Namaz içinde kendi dilinde dua etmek neredeyse kâfirlik zannedilmektedir. Oruca gelince, onu tutan da hemen hemen yoktur. Tutanlar ise gıybet ve yalanla meşgul olduklarından, sevap kazanacakları yerde ancak Allah’ıncc öfkesini davet etmektedirler.

İslam’ın veraset kanunlarına sırt dönülmektedir. “Allah’a karşı savaş açmak,” diye vasıflandırılan faiz ise, her tarafta yaygındır. Âlimlerin desteği ile binlerce hile ve bahane kullanılarak faizin tanımı yapılarak, öyle şartlar ileri sürülmüştür ki, faiz lanetinden korunmuş olan hemen hemen kimse yoktur. Buna rağmen diğer milletlere nazaran Müslümanlar, refah ve zenginlikte yine de geride kalmışlardır.

Bir zamanlar üstün ahlak Müslümanların mirası iken, artık küfür ve İslam’ın birbirinden uzak olması kadar, onlar da birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Müslüman’ın sözü yazılı bir taahhüd, vaadi ise değişmez bir kanun gibiydi.  Bugün ise Müslüman’ın sözünden daha itibarsız bir söz, vaadinden ise daha hakikatsiz bir vaat yoktur. Vefanın adı bile kalmamıştır. Doğruluk kaybolmuştur. Gerçek cesaret ise tarihe karışmıştır. Bunların yerini de sadakatsizlik, yalancılık, namussuzluk, korkaklık ve yersiz cesaret almıştır. Netice olarak tüm dünya kendilerine düşman kesilmiştir, ticaretleri yok olup gitmiştir, heybetlerinden ise eser kalmamıştır. Bir zamanlar Müslümanların dostu olan ilim de, bugün kendilerine artık yaklaşmamaktadır.

Sufilerin durumu

Sufilerin durumu da kötüdür. Onlar dini, dinsizliğe ve kanunu, kanunsuzluğa çevirmişlerdir. Müslüman din âlimleri karşılıklı muhalefet yaratarak, kendi fikirlerini Allah’ıncc ve Peygamberi’nin sözleri olarak ortaya atmaktalar ve böylece İslam’ın ve Müslümanların kökünü baltalamaktadırlar. Zenginlere gelince, onlar diğer milletlerin zenginleri kadar varlıklı olmamalarına rağmen, kendi zenginliklerinden dolayı öylesine kibirlidirler ki, din umurlarında bile değildir. Dini vecibelere katılmak şöyle dursun, onlara karşı kalplerinde saygı dahi kalmamıştır. Avrupalı zenginler arasında Hıristiyanlığı yayan misyonerler bulunabildiği halde, Müslüman zenginler arasında temel din bilgisine sahip olan bile çok azdır. Müslüman idareciler ise rüşvet ve zulmü âdet edinmişlerdir. Onlar iktidarı bir hizmet vesilesi olarak görmeyip, kendilerini milletin ilahları yerine koymaktadırlar. Padişahları zevk ve safa peşinde olup, vezirleri ise sadakatsizlik ve hıyanet peşindedirler. Halk da vahşilerden beterdir. Yüz binlerce Müslüman anlamını bilmek bir yana, ne Kelime-i Tevhid’i ne de Kelime-i Şahadet’i getirmekten acizdir. Vaktiyle başka dinleri bir ejderha gibi yutmakta olan İslam, bugün köpekler ve akbabaların saldırısına maruz kalan ölü bir cesede dönmüştür. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için herkes para bulabilmekte, ama İslam’ın ihtiyaçları ve yayılması söz konusu olunca, tek bir kuruş vermek bile onlara ölüm gibi gelmektedir. Onların beyhude konuşmak, fıkralar anlatmak ve dost meclislerinde bulunmak için yeterince vakitleri varken, Allah’ıncc Kelâmını öğrenip diğerlerine de öğretmek için tek bir saniyeleri bile yoktur. Peygamber Efendimizsav namazı terk eden ve cemaatle eda etmeyen bir yana, yatsı ve sabah namazlarında cemaate katılmayanları, münafık olarak adlandırmıştır. O bir merhamet timsali olmasına rağmen şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهٖ لَقَدْ هَمَمْتُ اَنْ اٰمُرَ بِحَطَبٍ فَيُحْطَ بُ  ثُمَّ اٰمُرَ بِالصَّلٰوتِ فَيُؤَذَّنَ لَهَا ثُمَّ اٰمُرَ رَجُلًا فَيَؤُمُّ النَّاسَ ثُمَّ اُخَالِفُ اِلٰى رِجَالٍ فَاُحَرِّقَ عَلَيْهِمْ بُيُوتَهُمْ .

“Hayatım elinde olan Allah’acc yemin ederim ki, bazen namaz için cemaat toplandığında, yanıma yetecek kadar odun almayı ve ondan sonra başka birini yerime imam olarak bırakıp, cemaatten uzak kalanların evlerine bizzat gitmeyi ve ateşe vermeyi istiyorum.[13]

İnsanlar bugünlerde camiye adım atmayı büyük bir külfet saymaktadırlar. Bayram namazları hariç, milyonlarca Müslüman beş vakit namaz için, vakit bulamamaktadırlar. Onlardan bir kısmı namaz şartlarını yerine getirmeden, sadece gösteriş olsun diye namaz kılarlar, hatta abdestin nasıl alınacağını bile bilmezler.

Sözün özü, bugün İslam vârislerinden mahrumdur. Herkesin bir vârisi vardır, fakat İslam dininin mirasçısı yoktur. Zamanın imamı Vadedilen Mesih ve Mehdias, İslam’ın durumunu şöyle tasvir etmektedir:

İslam’ın perişan hali ve iman kıtlığı karşısında, her müminin gözü kanlı yaşlar dökmelidir,

Hak din şiddetli ve korkunç bir sarsıntı geçirmiştir. Kâfirlik ile kinin sonucu da, dünyada büyük fesat ve fitne ortaya çıkmıştır,

İyilik ve faziletten hiç nasibi olmayanlar, İlahi elçilerin en hayırlısında kusur aramaktalar,

Fısk-ü fücur zindanının tutsağı ve esiri olan bile, pak kimselerin İmamı olanın şanını eleştirmektedir,

Özü bozuk ve pis olan, bu Masumu oklarına hedef tutarken, gök yeryüzüne taş yağdırsa yeridir,

Ey naz ve nimetler içinde yaşayan! Gözlerinin önünde İslam toprağa gömülmektedir,

Küfür her tarafı Yezid’in orduları gibi istila etmiştir, Hak din ise Zeyn-el Abidin gibi hasta ve çaresizdir,

Varlıklı kimseler güzellerin meclisinde keyifle sefa sürmektedirler,

Âlimler gece gündüz nefsanî kavgalarla meşgul, zahitler de dinin ihtiyaçlarından habersizdirler,

Herkes kendi bayağı nefsi uğruna bir tarafa yönelip, din yalnız kaldığında, düşmanlar da pusudan hücuma kalktılar,

Öyle bir zaman içindeyiz ki, cahillerin cahili, ahmaklığından ötürü bu metin dini yalanlamaktadır,

Yüz binlerce akılsız bu dini terk ettiler ve yüz binlerce cahil de hilekârlara av oldular,

Müslümanların bu şekilde rezil olmalarının sebebi, din söz konusu olduğunda onurlarının kendilerine destek olmamasıdır,

Bir cihan Mustafa’nınsav dininden yüz çevirse de, onlar rahim içindeki cenin kadar bile kıpırdamazlar,

Her an dünyevi bayağı düşüncelere saplanıp, mallarını hanımları ve oğulları uğrunda israf ederler,

Fisk-u fücur meclislerinin merkezi, günahkârların halkasının da yüzük taşı olurlar,

İçkiyi taparcasına severken, hidayetin yabancısıdırlar, salih ve muttaki insanlardan nefret edip, içki içenlerin sohbetinde bulunurlar,

İşte hayatımı mahveden iki endişe, Ahmed’insav dinine düşmanın çok, dostunun az olmasıdır,

Ya İlahi! İmdadımıza koş ve zafer yağmurları yağdır. Ve yahut da beni alevli ateşlerin sardığı bu makamdan kaldır,

Ya İlahi! Rahmet güneşinden hidayet nuru gönder ve sapmışların gözlerini apaçık mucizelerinle aydınlat.

Bana bu yanıp tutuşmama sadık kalmayı nasip ettikten sonra, bu yolda beni başarısız kılacağını hiç ummam,

Doğruların işi tamamlanmadan asla eksik kalmaz, çünkü onların yardımcısı Allah’ıncc gizli elidir.[14]

Kısacası zamanın durumu, haykıra haykıra Allahcc tarafından bir ıslahatçı gelmeli ve gelecek bu kişi de İslam’ı tekrar ayağa kaldırıp keskin delillerin kılıcı ile kâfirliğe karşı koyarak başını kesmeli, demektedir. Bu yüzyılın başında yeryüzünde tek bir insan, İslam’ın hamisi olarak Allahcc tarafından gönderildiği iddiasında bulunmuştur, o da Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusudur. Bundan dolayı aklı başında olan her kimse, onun iddiasını dikkate almalı ve iyice incelemeden kendisinden yüz çevirmemelidir. Aksi takdirde bunu yapan kimse, öteden beri süregelen İlahi bir kanunu reddetmek durumunda kalacak ve gafilliğinden ötürü de Allahcc nezdinde sorumlu tutulacaktır.

Bazı kimseler Peygamber Efendimizsav kâmil bir vücut olduğu için kendisinden sonra hiçbir “Muslih” veya “Hadi”ye ihtiyaç yoktur, şimdi “Muslih” olan Kuran’dır ve onun kuvvet-i kudsiyesi ise “Hadi”dir, diye şüphe yaratmaktadırlar. Onların bu hayali, zahirde gayet güzel görünmektedir, ama incelediğinde ise bunu, Kuran-ı Kerim, Hadis-i Şerif, akıl ve tecrübeler reddetmektedir. Kuran ve hadis açıkça, ileride mücedditler ve Allahcc tarafından tayin edilen kimselerin geleceğinden haber vermektedir. Eğer böyle bir kimsenin gelişi Peygamber Efendimizinsav kâmil oluşuna ters düşseydi, o zaman onu peygamberlerin başı kılıp, kâmilliğe erdiren Allahcc, neden gelecekte böyle kimselerin geleceğine dair vaatte bulunmuştur? Acaba O, (hâşâ) kendi işini kendi eli ile bozup, kendi sözünü ret mi etmektedir? Bundan başka, Peygamber Efendimizsav böyle kimselerin geleceğine dair haber vermiş olduğu halde, acaba bizler, onun kemal derecesini kendisinden daha mı iyi bilmekteyiz?

Zikrolunan düşünce mantığa da aykırıdır. Zira Peygamber Efendimizdensav sonra Allahcc, herhangi bir müceddit veya başka görevli kılınan birisini göndermeyecek idiyse, o takdirde Müslümanların manevi durumunda en ufak bir değişikliğin dahi ortaya çıkmaması ve onların hep iyilik ve takva içinde yaşamaları gerekirdi. Ancak hakikat bunun tam aksidir. Müslümanlar manen bozulup gittikçe daha kötü bir duruma düştükleri halde, onları ıslah etmek için Allahcc tarafından bir ıslahatçının gelmemesini mantık kabul etmez. Eğer Allah-u Teâlâ’nın İslam’a muamelesi böyle olacak ise, bu Peygamber Efendimizinsav en mükemmel olduğunun alameti olmayıp, aksine Allah’ıncc İslam’ı yok etme isteğinin bir delilidir. Eğer gelecekte mücedditler ve İlahi memurlar gelmeyecek ise, o zaman bunun zahiri bir alameti olarak Müslümanların her türlü sapmışlık ve delaletten tam manasıyla korunmaları ve ashabı kiramınra zamanındaki gibi olmaları gerekirdi. Ancak manevi çöküşün var olması, manevi ilerleme için gerekli olan imkân ve tedbirlerin de bulunmasını lazım kılar.

İkincisi eğer Peygamber Efendimizinsav kâmil olması, onun şahsını temsil edenlerin gelmemesini gerektiriyorsa, o zaman her türlü kemalin kaynağı olan, Hayy ve Kayyum Allah’ı temsil eden ve onun mazharı olan zatlar neden bu dünyada zuhur ederler? Aslında bir şey gözümüzden gizli olduğunda, onu bize hatırlatmak ve onun kalpler üzerindeki tesirini ispatlamak için, mazharlarına ihtiyaç duyulur. Bundan dolayı, Peygamber Efendimizsav kâmil olmasına rağmen, kendisinden sonra onun mazharı ve biruzu olup, insanoğluna kendisini hatırlatarak onun güzel örneğini canlandıran zatlara ihtiyacımız vardır.

Bu düşünce tecrübemize de aykırıdır. Peygamber Efendimizinsav zamanından bugüne kadar geçen bin üçyüz yıl boyunca, onlarca insan Allahcc ile mükâleme ve muhatebe (karşılıklı konuşma) şerefine nail olup, İslam’ı özüne döndürmek için gönderildiklerini iddia etmişlerdir. Bu insanlar İslam’daki en güzel örnekler arasında görünmektedirler ve İslam’ın yayılışı ve onun kökleşmesinde de büyük rol oynamışlardır. Cüneyd-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir Geylani, Şeyh Şahabeddin Sühreverdi, Muhyiddin İbni Arabi, Bahaeddin Nakşıbendi, İmam Rabbani, Muin-üddin Çişti, Şah Veliyullah Dehleviar.

Kısacası böyle kimselerin varlığını ve yaptıklarını gördükten sonra, biz Peygamber Efendimizinsav ardından bir muslihe ihtiyaç duymuyoruz diye, nasıl inanabiliriz? Doğrusu kendisinden sonra muslihler her zaman gelebilir; geçmişte geldikleri gibi ilerde de geleceklerdir. Zamanımızın durumuna gelince, o büyük bir muslihin gelişini haber vermektedir. Bu devirde muslih olduğunu iddia eden tek insan, sadece Hz. Mirza Gulam Ahmedas olduğuna göre, bahsedilen durum, onu destekleyen en güçlü delilidir.


[1] Duhan suresi, ayet 39-40

[2] Hicr suresi, ayet 22

[3] İbrahim suresi, ayet 35

[4] Leyl suresi, ayet 13

[5] Taha suresi, ayet 135

[6] En’am suresi, ayet 131-132

[7] Hicr suresi, ayet 10

[8] Ebu Davud; Kitabu’l Melahim, Bab Mayüzkeru Fi’l Mea

[9] Nevvab Muhammed Sıddik Hasan Han, Hicecü’l Kirama Fi-Asari’l Kıyame, s.133, H.1209

[10] Furkan suresi, ayet 31

[11] Buhari, Kitabü’t Tevhid

[12] Şeyh Muhammed Tahir, Mecmaü’l Behar, C.1, S.372

Müsned Ahmed bin Hanbel, C.6, S.91

[13] Buhari, Kitabü’l Ezan, Bab Vücübu Salati’l Cemaat

[14] Dürri Semin Farisi, s.96, 1. Baskı, Matbaa Ziya-ül İslam

Bir Öncekini Oku

Hz. Mirza Gulâm Ahmed’in (as) iddiası ve delilleri

Bir Sonrakini Oku

İkinci delil “Peygamber Efendimizin (sav) şahadeti”