Bazı konular vardır ki, sadece bazı kişileri ilgilendirirler ve diğer insanlar çok dikkat etmeseler de çok büyük bir zarar görmezler. Ama bugün için seçtiğim konu öyle bir konu değildir. İddia edilen şey eğer doğruysa herkesi ilgilendirir ve biraz sonra anlatacağım şeylerde eğer haklılık payı varsa birçok konudan daha önemli olduğu ispatlanmış olacaktır.
İnsanın yapısı öyledir ki, bir şeyin gerekliliğini anlamazsa önem de vermez. Cebimizde 10 kuruş para olursa onu korumak aklımıza gelmez; hatta kaybolsa da üzülmeyiz. Aynı şekilde cebimizde hatırı sayılır bir miktar olursa aklımız hep orada kalır; iki de bir cebimizi yoklarız ve kaybedecek olursak çok üzülürüz. Neden? Çünkü 10 kuruşun hiçbir işe yaramadığını, kaybolursa da tekrar elde etmenin çok kolay olduğunu çok net bir şekilde biliriz ve aynı şekilde büyük paraların hayatı çok kolaylaştırdıklarını ve kaybedilince tekrar kolay kolay elde edilemeyeceğini de biliriz. Bu sebeple dini konularda da hassas olabilmek ve canı gönülle onlara bağlı olabilmek için ilk şartlardan birisi onların gerekliliğini ve zaruretini çok net bir şekilde anlamaktır. Bir imamın gerekliliği konusu da aynen böyledir.
Konuya girmeden önce bu konu hakkında muhtelif insanların düşüncelerini bilmek ve anlamakta fayda vardır. Çünkü insanların bakış açıları bilinmezse onlara gerekli bilgileri aktarmak da zorlaşır. Bu açıdan baktığımızda İslam âleminin içerisinde bile birçok farklı görüşün var olduğunu ve bu konuda fikir ayrılığının da aslında çok eski olduğunu görüyoruz. Örneğin Sünni İslam’da halife müminler tarafından seçilir ve itaati vaciptir. Havarici düşünceye göre ise bir halife veya bir imam şart değildir ve ümmet kendi işlerini kendisi örgütlenerek yapabilir. Bu iş için kurulacak organizasyon ve o organizasyonda yer alacak personelin hiç birisi vacibül-itaat değildir ve İslamiyet’in ilk döneminde olduğu gibi bir biat söz konusu değildir. Üçüncü bir fikre göre de vacib-ül-itaat ve biat edilmesi gereken bir imam şarttır ama bu imamın her seferinde bir peygamber seçildiği gibi doğrudan Allah tarafından seçilmesi gerekmektedir. Bu düşünce daha çok Şii İslam’da yaygındır ve yine bunun bir kolu olan İsmail’i İslam’ın fikrine göre Allah tarafından seçilmiş bir imam aslında her zaman dünyada vardır. Yavaş yavaş dinden uzaklaşan kitleye göre ise bir imam fikri son derece gereksiz hatta zararlı bir fikirdir ve yüzde yüz itaati vacip bir makam yarattığımızda sonsuz güç böyle insanlara ahlaki olarak bozar ve böyle bir sistem suiistimal edilir. Günümüzdeyse Sünni İslam da her ne kadar prensip itibariyle Hilafet-e-Raşida ve yüzde yüz itaat edilmesi gereken bir halifenin kavram olarak doğru bir kavram olduğu bilinse de insanlar fiili olarak artık böyle bir şeyin mümkün olamayacağını düşündükleri için başsız ve imamsız bir ümmet olarak yaşamaya razı olmuşlardır.
Biraz önce vurguladığım gibi; bir şeyin zaruretini ve gerekliliğini iyice anlayabilmek için onun hikmetini bilmek ve yaptığı iş konusunda tam fikir sahibi olmak şarttır. Örneğin arabaların insanları hızlıca bir noktadan diğer noktaya taşımak için yapıldıklarını bilmeyen bir insanın aklına arabadan istifade etme fikri de gelmez. Cebinde anahtar olsa dahi yürümeye başlayacaktır ve işini kolaylaştıran araba kendi garajında olsa dahi kullanmayacaktır. Aynı şekilde suyun susamışlığımızı gidermek için yaratıldığını bilmeyen kimse kurumuş bir boğazla çeşmenin başında oturuyor olsa dahi oracıkta susuzluktan ölecektir ama eğilip su içmek aklına gelmeyecektir. İşte bu sebeple bir imamın ne işe yaradığını ve neden o olmadan işlerin çok zorlaştığını iyice anlamak şarttır. Bu konuyu 2 + 2 dört gibi anlamadan hep şüpheler içinde kalacağız ve ilahi sistemlerin en büyük nimetlerinden faydalanmadan ömrümüzü resmen boşuna harcayıp bu dünyadan göç edeceğiz. Peygamber Efendimizin bu hadisinin arkasında da belki bu korku yatmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) son derece merhametli ve kelimelerini kimseyi incitmeyecek şekilde seçen Allah’ın (c.c.) en seçkin kuluydu ama bakın sözkonusu imamın zarureti olduğunda ne kadar da sert ve sarsan sözler kullanmıştır.
“Her kim zamanenin imamını teşhis edemezse cehalet içinde ölmüş sayılacaktır.”
Bakınız Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ne kadar sert sözlerle bizi konunu önemi hakkında bilgi veriyor. Burada kastedilen “imam” herhangi takva sahibi ve ilim sahibi bir insan da değildir Çünkü Kuran-ı-Kerim bize (Furkan suresi 75) takva sahibi insanların da; hatta takva konusunda en çok ilerlemiş insanların dahi imamı olur, der. Eğer her mümin ve takva sahibi burada kastedilen “imam” olsaydı ayet manasızlaşırdı.
Aynı şekilde hep doğru çıkan rüyalar gören; hatta Allah (c.c.) tarafından ilham alan kimse de bu sınıfa girmez çünkü bu nimet sıradan müminlere dahi vaat edilmiştir. Kuran-ı-Kerim (Yunus suresi 65) Yani “Onlar için bu dünyada beşaret vardır”. Yine aynı şekilde başka yerde şöyle buyurur;
(Ha Mim Secde suresi 31)
“Yani Allah’a Rab dedikten sonra istikamet gösterenler üzerinde melekler iner ve bu dünyada Allah tarafından müjdeleyici haberler getirirler.”
Kastetmek istediğim şudur ki bu ruhani nimetlerden pay alan kimseler dahi Kuran ve hadisin ışığında bir imama karşı soğuk kalamazlar; “bize lazım değil” diyemezler. Allah (c.c.) tarafından ilham alanlar bile bunu söyleyemezler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında Kuran kâtiplerinden birine bazen Peygamber Efendimize inen ayetin aynısı ilham olurdu ve bunun neticesinde o da “Allah’ın resulüne ilham olan bana da ilham oluyor; hal böyleyken aramızda ne fark var” demeye başladı ve ruhani olarak helak edildi. Bakınız Vâdedilen Mesih (a.s.) zamanenin imamını umursamama konusunda bize nasıl uyarıyor;
“Allah (c.c.) göstermesin; eğer birisi bu ilahi sırrı anlamayıp zamanenin imamı hakkında haber almasına rağmen mesafeli kalırsa bu davranışıyla kendi istiğnasını ima etmiş olur; bu istiğna (yavaş yavaş) yabancılığı doğurur ve yabancılık neticesinde suizan git gide artar. Suizan’ın artışı ise (eninde sonunda) nefret ve adaveti doğurur ve (Allah korusun) bu adavet imanından olma noktasına kadar götürebilir.” (Zaruretül İmam; Ruhani Khazain – sayfa 475)
Ama bu sadece bir iddiadır ve her iddia delile muhtaçtır. Kuran-ı-Kerim öyle bir kitaptır ki bize her iddianın delilini de ulaştırmaktadır. Biraz önce dediğim gibi bir şeyin önemini iyice anlayabilmek için önce “imamuzzaman” kelimesinden kastedilen ne olduğunu ve böyle bir imamın ne işe yaradığını anlamak şarttır.
Önce “imam” nedir; nasıl birisi imam olur sorusuna bakacak olursak Vâdedilen Mesih’in (a.s.) mübarek sözlerinde bunun cevabını şöyle buluyoruz;
“Şimdi de önemli bir soru önümüze çıkar ve o da şudur ki İmamüzzaman kime denir; alametleri nelerdir ve diğer ilham ve keşf sahibi, rüyalar gören insanlardan üstünlüğü nedir? Bu sorunun cevabı şudur ki “İmamüzzaman” ruhani terbiyesi doğrudan Allah (c.c.) tarafından ele alınmış kimsedir. Allah (c.c.) onun fıtratında öyle bir imamet ışığı yerleştirir ki o tüm dünyanın akıllılarla ve filozoflarla her açıdan tartışıp onları mağlup eder. Allah’dan güç alarak en zor ve karışık itirazlara dahi öyle güzel şekilde açıklar ki fıtratı dünyanın ıslahı için gerekli olan her tür kabiliyetle donatılarak bu misafirhaneye gönderildiğini eninde sonunda itiraf etmek zorunda kalırız. Bu sebeple o hiçbir düşmanın önünde rezil olmaz. Ruhani olarak o Muhammed’in (s.a.v.) ordularının komutanı olur ve Allah onun liderliğinde dini yeniden galip hale getirmek ister. Onun bayrağının altında toplananlara da özel kabiliyetler bahşedilir ve ıslah için gerekli olan tüm şartlar ve itirazları reddedip İslam’ın güzelliklerini ortaya çıkartmak için lazım olan tüm ilimler onlara verilir… İnsanlığın faydası ve (İlahi) feyzin akıtılabilmesi için bu imamlar bu özelliklere sahip olmalı;
1) Ahlaki kuvvet: İmam her türlü eşkiya, alçak ve ağzı bozuk insanlarla muhatap olmak zorunda olduğu için yüce ahlaki kabiliyetlerle donatılmış olması şarttır. Böylece insanlar onun feyzinden mahrum kalmazlar. Allah’ın (c.c.) dostu olarak bilinip rezil ahlaklara yakalanmış olmak ve sert sözlere karşı tahammül gösterememek son derece utandırıcı bir şeydir. İmamüzzaman olup da ufacık konularda bile ağzı köpürecek kadar zayıf bir yapıya sahip olması ve gözlerin kan çanağına dönüşmesi mümkün değildir. Böyle birisi İmamüzzaman olamaz. ayetini tam manasıyla doğrulayan birisi olmalı.
2) Kuvvet-e-İmamet: Yani iyi ameller ve ilahi marifet vs. gibi konularda önden yürüme isteğini içinde barındırmalı. Böylelerinin ruhu hiçbir şekilde en ufak bir noksanlık veya eksikliğe razı olmaz ve doğuştan bu sıfatla donatılmış olurlar.
3) İlim ve irfan konularında herkesten üstün olması gerekir
4) Azimli olmak ve her tür zorlayıcı sınav ve ibtilada pes etmeyip hep ileri adım atması gerekir.
5) İqbal ilAllah: Yani musibet anlarında öyle mükemmel bir tevekkül ile Allah’a yönelmek ki o ızdırap içinde çıkan dualar Allah katında kabul görürler ve bu dualar sayesinde dünyanın kaderi değişmeye başlar.
6) Sahib-e-Keşf-o İlham olması: yani doğrudan Allah tarafından vahiy alıp hidayete ulaşıyor olması. (özet: Zarüretül İmam)
Şimdi de böyle bir imamın neden lazım olduğunu ve ne işe yaradığı konusuna gelelim. Soruya bu açıdan yaklaştığımız zaman Kuran-ı Kerimde imamların dört ana görevleri anlatılmaktadır. Örneğin Cuma suresinde bütün kâinatın imamı olan Peygamber Efendimizin (s.a.v.) görevleri hakkında bahsederken Kuran-ı Kerim şöyle buyurur;
(Cuma suresi 3)
Bu ayete göre küfre saplanmış bir topluluğa gönderilmiş bir imamın dört ana işi vardır:
a) ( yetlu ‘aleyhim ayatihi )
b) (ve yuzekkiyhim)
c) (ve yu’allimuhumulkitabe)
d) (velhikmete)
Bu dört işin detaylarına girmeden önce bir itirazı aradan çıkartmak istiyorum. Unutmamak gerekir bir resul gönderilmiş olan bu toplum sadece müşriklerden ibaret değildi; içlerinde ehli-kitap da vardı. Yani daha evvel Allah’ın vahiy hediyesinden pay almış olan toplumlar da vardı. Günümüzde de Allah tarafından yeniden hidayet gelmesi söz konusu olunca Müslüman kardeşlerimiz bazen itiraz ederler ve “ama elimizde hiç bozulmamış bir Kuran vardır ve bu sebeple yeniden hidayete ihtiyacımız yoktur” derler.
Buna benzer bir soru Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında da sorulmuştu. Bir seferinde Peygamber Efendimiz İslamiyet’in ne kadar zor durumlara düşeceğini anlatırken sahabelerden birisi anlatılanların vahimlik derecesini duyunca şöyle sormuş;
“Ya ResülAllah; bu kadar kötü bir senaryo çiziyorsunuz – oysaki elimizde hep bu Kuran olacak – buna rağmen biz nasıl bu kadar bozulacağız.”
Bu soruyu duyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çok kızmış ve
“Ben seni akıllı sanıyordum. Görmüyor musun ki Yahudiler ve Hıristiyanlarda da kitap vardır ama nasıl bozulmuşlar… İman dünyadan iman sahibi insanların kalkmasıyla kalkar ve yok olur” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vermiş olduğu bu cevap son derece düşündürücüdür. Kuran’ın içerik anlamında hep aynı kalacağını o da biliyordu ama yine İslamiyet’in geleceği açısından dehşet verici bir tablo çiziyordu. Neden? Çünkü o gayet iyi biliyordu ki bir kitap harfiyen korunsa bile ruhani ve ahlaki çöküşü engellemek için yeterli değildir ve “iman” denilen şey; yani teorik iman değil; gerçek iman denilen şey hep tecrübeye muhtaçtır. Geçmişin kıssaları hangi kavimde yoktur. Her kavim ve her din geçmişten kıssalar sayar; hikâyeler anlatır ve bugün doğan kimse eğer İlahi varlığının yepyeni ve taze örnekler göremiyorsa ve hakiki ispatlar hep mazide kalmışsa kalbindeki iman meşalesi de yavaş yavaş sönecektir. Teorik ilim hep müşahedeye muhtaçtır; ruhani ilimler de bu ana kuraldan müstesna değildir. Teorik iman insanı Allah (c.c.) katına kadar yükseltemez; bunun için müşahede şarttır ve müşahede olmayınca hakiki imanın nuru sönmeye başlar ve hakiki iman yavaş yavaş bu dünyadan kalkmaya başlar. Yukarı yükselir ve o kadar yükselir ki dünyadan görünmez hale gelir… Sanki geldiği yere geri gider. İşte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) anlatmak istediği de buydu. O değişmemiş kitabın yetmeyeceğini anlatıyordu; hakiki imanın yavaş yavaş uçup gideceğini anlatıyordu. Peki, bu durumda ne olacaktı; İslamiyet git gide yok mu olacaktı? Hayır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) İslamiyet’in yeniden yükselişinin de bir imamın sayesinde olacağını anlatıyordu. Bu konu ile ilgili Sahih Buhari ve Müsned Ahmad den alınan bu iki hadis bize aydınlatır. Öncelikle Sahih Buhari’deki bu hadis-i şerifi alalım;
Yani “Eğer İslamiyet’in bu sürekli çöküşü yüzünden yavaş yavaş hakiki iman Süreyya yıldızına kadar uçup gitse dahi – birisi veya birileri onu oradan geri getirecektir.”
Unutmamak gerekir bu hadis yukarıda bahsedilen Cuma suresindeki
(Cuma suresi 4)
Ayetindeki “Aakhirine minhum”’un kim olduğu sorulunca söylenmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kendi tefsirine göre bu ayet İmam Mehdinin zamanı hakkındadır.
Bazı müfessirler bu hadiste bahsedilen kişinin İmam Ebu Hanife olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o da fars kökenliydi ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu söylerken Hazreti Salman Farisi’nin (r.a.) omuzlarının üstüne elini koymuştu ve gelecek olan zatın “onlardan” yani “Farsi-ul-asl” olacağını bildirmişti. Ama bu çok zorlama bir yorumdur ve hiçbir şekilde doğru olamaz. Peygamber Efendimiz imanın Süreyya yıldızına kadar uçup gittikten ve İslamiyet’in düşebileceği en derin çukura düştükten sonraki bir olaydan bahsetmektedir. Oysaki İmam Ebu Hanife İslamiyet’in en parlak dönemine ait bir zattır. Bizzat sahabeleri görmüş olan bir zattır ve Peygamber Efendimizin kendi deyişiyle en mübarek olan ilk 300 yılın bile başlarında dünyaya gelmiştir. Onun İslamiyet için yaptığı hizmetler hiç şüphesiz muazzam hizmetlerdir ama bahse konu hadisle bir alakası yoktur.
Bozulmamış bir kitaba rağmen Peygambere duyulan ihtiyaç konusunu Kuran-ı-Kerimin şu ayetiyle de destekleyerek devam edelim. Maide suresi 45. Ayeti şöyle buyurur;
(Maide suresi 45)
Yani “Şüphesiz Tevrat’ı Biz indirdik ve içinde hem hidayet vardı hem de nur vardı ve bu dönemde Allah (c.c.) tarafından gönderilen peygamberler bu hidayet ve nur içeren Tevrat’la hükmederlerdi.”
Bakınız ayet nasıl da apaçık bir şekilde hem hidayet hem nur içeren bir kitap var olmasına rağmen İsrail oğullarının yine de peygambere muhtaç olduğunu söylüyor. Yahudilerin tarihine bakılacak olursa peygamberlerin peyderpey gönderildiğini görüyoruz. Kim diyebilir ki her peygamberin vefatın hemen ardından kitap tamamen nur ve hidayetten yoksun hale geliyordu! Bozulmalar ve tahrifler hep yavaş yavaş olur. Ama Kuran Tevrat’ın hidayet ve nuru hala içerdiği dönemden bahsederken bile peygamberlerin gönderildiğini söylüyor ve aynı Kuran Allah’ın (c.c.) sünnetinin hiçbir zaman değişmediğini de bize anlatır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki İslamiyet’in bozulacağı dönem için de Kuran-ı-Kerim her ne kadar hidayet ve nurla dolup taşıyor olsa dahi, bu Rabbani Zülfikar’ı kullanabilen bir Peygamber şarttır.
Konumuza dönecek olursak bu hadiste bahsedilen bir “iman” vardır. Nedir burada kastedilen “iman”? Müslümanlar bir gün Allah’a inanmamaya mı başlayacaklardı? Elbette ki değil. Ama buna rağmen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gün imanın Müslümanların kalbinden uçup gideceğini söylüyor. İşte bu hakiki imandır; teorik iman değildir. Bu hakiki imanın yeniden canlanması ve ihya olması için ise bir imam gerekiyordu. Öyle bir imam ki Hilafet-i Raşida döneminden sonra ümmete nasip olmamış olsun. İşte bakınız tüm kötü haberlere verdikten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) nasıl da bu müjdeyi bize veriyor; Musned Ahmet B. Hanbel hadis kitabında şöyle okuyoruz:
“Aranızda peygamberlik bulunacak, Allah (c.c.) ne zamana kadar isterse devam edecek. Sonra Yüce Allah (c.c.) onu kaldıracak. Ardından Peygamberlik yolunda olan hilafet olacak. Allah (c.c.) ne zamana kadar isterse devam edecek. Sonra yüce Allah (c.c.) onu kaldıracak. Sonra eziyet verici padişahlık olacak. Allah ne zamana kadar isterse devam edecek. Sonra Yüce Allah (c.c.) onu kaldıracak. Sonra zor kullanarak iktidarı ele geçiren padişahlık olacak. Yüce Allah ne zamana kadar isterse devam edecek. Sonra Yüce Allah onu ortadan kaldıracak. Sonra tekrar Peygamberlik yolunda hilafet kurulacak. Bundan sonra Resulüllah (s.a.v.) sustu.” (Musned Ahmed B. Hanbel C5 S404)
Burada bir şey çok düşündürücüdür. Hilafet-i Raşida’dan sonra neredeyse bin üç yüz sene boyunca İslam bilginlerin tüm çabalarına rağmen genel çöküş engellenemedi ve Doğrudan Allah tarafından İmamüzzaman olmayınca âlimlerin tüm iyi niyetli çabaları ümmetin düşüşünü ve parçalanmasını durduramadı. Neden? Çünkü ümmet imamsız hale gelmişti ve iman her geçen gün yavaş yavaş Süreyya’ya doğru yükseliyordu. Hep eski kıssalar; hep eski hikâyeler; hep geçmişten bahsetmek. Kuru mantık bir yere kadar fayda verir. Bir noktadan sonra insan netice ister. Bu kadar uzun süre çekilen çileden sonra hiçbir ümmet salt kuru mantıkla yeniden ihya olmamıştır ve Kuran-ı-Kerime göre olamaz da. Bu çok önemli gerçeği Beyyine suresinde şöyle okuyoruz.
Yani “Hakiki imanı kaybetmiş oldukları için artık Allah katında kâfir sayılanlar; ister müşrik olsunlar ister ehli-kitap; kendilerine Allah tarafından apaçık ve inkâr edilemez bir delil gelene kadar saplanmış oldukları bu küfür halinden çıkmazlardı.”
Bakınız Kuran-ı-Kerime göre de; bir kez hakiki imanı kaybettikten sonra salt kitap işe yaramıyor ve ehli kitap dahi, her ne kadar çabalasalar da kendilerine yeniden bir resul ve Allah tarafından hidayet bulmuş ve sadece geçmişteki kıssaları saymayan ve taze mucizeleri gösterebilen bir imam gelene kadar küfürlü hallerinden kurtulamazlardı.
Hatırlarsanız bir imamın dört ana görevini konuşuyorduk. İşte gerçek imamın ilk görevi budur. Yani yeniden insanlara Allah’ın hakiki yüzünü göstermek ve zamanenin ihtiyacı doğrultusunda mucizeler göstererek donmuş olan kalplerin taze mucizelerin hararetiyle bir daha çözülmesini sağlamak. İşte “Yatloo Aleyhim Aayatehi” bu demektir. “Ayet” kelimesi “mucize” anlamına gelir ve bakınız ayeti kerime nasıl da bir imam geldiğinde ilk işinin “mucizelerin tilaveti” olduğunu söylüyor. Sebebi de şudur ki bu ilk işi olmazsa kaybolmuş olan heyecan geri gelmez. Taze mucizeler yoksa kıssalar herkeste vardır. Bu çok önemli psikolojik gerçeği Kuran-ı Kerim bize bildirmiştir ve aynı gerçeğin içinde Allah tarafından gönderilen bir imamın gerekliliği ve zaruretin ipucu da mevcuttur.
Bugün çok sayıda fırkaya bölünmesine rağmen ve bin senelik çabalara rağmen bir yere varamayan ümmet Peygamber Efendimizin (s.a.v.) verdiği haberlere kulak asmak zorundadır. Artık anlamalıdır ki Allah tarafından gönderilen ve hakiki imanı yeniden ihya etme kabiliyeti olan bir imam olmadan bu durumdan çıkmamız mümkün değildir. İşte bir imamın en önemli gerekliliği budur. Kuran-ı-Kerim elbette ki ilk haliyle hala elimizde mevcuttur ama bu yeterli değildir. Biz bu ilahi kitap için muhtelif isimler kullanırız, Kuran deriz, Al kitab deriz, Furkan deriz, zikir deriz. Ama bakınız söz konusu korunması olunca ilgili ayette zikir ismi kullanılmıştır.
(Hicr suresi 10)
Zikir ise “hatırlamak” demektir. Kalpte tutmak ve sürekli anmak demektir. Bu imani bir şeydir. Ancak Allah ile gerçek bir ilişkisi olan kimse O’nu sürekli zikreder; hep hatırlar ve en çok tehlikede olan da bu özelliğidir. Allah da bu ayetle bize sadece kelimeler ve harflerin değil, bunun da ötesinde esas Allah ve kul arasındaki sevgi ilişkisi ve hakiki imanın temeli olan “zikir” özelliğin hep korunacağını söylüyor. Ne zaman hakiki iman dünyadan yok olmaya başlarsa Allah kendisi birisini görevlendirecektir ve o imam Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şemsiyesi altında ümmetin yeniden canlanmasını sağlayacaktır. Yoksa 72 fırkaya bölündükten sonra ve her tür kötülüğe saplandıktan sonra sadece harfleri korunmuş bir kitapla övünmenin ne manası vardır.
Manevi çöküşler kaçınılmazdır. Bin senelik geçmişimiz bunun ispatıdır. Gerçek şudur ki manevi olarak asıl korunmaya muhtaç olan kitaplar mükemmel kitaplardır. Zaten biraz sonra yeni bir dinin gelişiyle çağdışı kalan dinlerin o şekilde korunmasına da ihtiyaç yoktur. Ama İslamiyet manevi çöküşlere karşı korunmak zorunda çünkü başka yeni bir şeriat gelmeyecektir. Bu koruma Allah’ın himayesinde ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bayrağının altında olan imamlarla mümkündür.
Bir imamın ikinci görevi ise “Yuzzakkeehim” şeklinde beyan edilmişti. Yani insanların ölmüş olan imanı yeniden tazeledikten sonra onların kalplerinin tezkiyesini yapar. Bu da son derece önemli bir görevdir ve hiçbir örgüt veya bakanlık veya organizasyon bunu beceremez. Ama gelin görün ki tezkiyeyi nefis olmadan da insan için ilerlemesi mümkün değildir. Bakınız Kuran nasıl da bu görevi doğrudan imama havale ediyor. Aslında ince düşünecek olursak bu görev aslında imamın zati kabiliyetlerini aşan bir görevdir çünkü kalpler Allah’ın elindedir. Ama imam bu görevi duanın gücüyle başarır. Bakınız vaat edilen Mesih (as) bu duanın gücüyle ilgili bize ne söylüyor;
“Arabistan denilen o terk edilmiş ülkede yaşanan o acayip macerayı hatırlıyor musunuz ki kısa sürede yüz binlerce ruhani ceset canlanıverdi ve nesillerdir bozulmuş olanlar İlahi renklere büründü. Görmeyenler görmeye başladı ve konuşamayanların ağzından irfan incileri dökülmeye başladı ve dünyada daha önce eşi benzeri görülmemiş bir inkılâp gerçekleşti. Hiç düşündünüz mü ki o neydi? O bir tek fani fillah’ın karanlık gecelerinin dualarıydı. Öyle (güçlü) haykırışlar ki dünyayı resmen ayağı kaldırdı ve (normal şartlarda) o kimsesiz ümmi’nin eliyle olması imkânsız gibi görünen inanılmaz şeyler başardı.” (Berekat-üddua sayfa 11 Ruhani Khazain Cilt 6)
İşte bu konu da hakiki bir imamın zaruretini ortaya koymak için son derece önemlidir. İnsanlar “biz kendi çabalarımızla bu bataklıktan çıkarız” diye düşünürler ama böyle düşünmeleri ölmüş olan bir bitkinin “ben gökten yağmur yağmadan da yeniden yeşeririm” demesi kadar abestir.
Devam edecek olursak imamın kalan iki görevi de son derece önemlidirler. “Yuallimohul kitaba vel hikma”. Kalbi iman nuruyla yeniden dolduktan sonra ve tezkiyeyi nefis yüzünden amel kabiliyeti yeniden kazandıktan sonra mümin büyük bir heyecanla Yaratana yaklaşabilmek için ne yapması gerektiğini soracaktır. “Ben koşmaya hazırım; bana ne yapmam gerektiğini söyle” diyecektir. İşte ayet de tam müminin bu ruh haline uygun imamın görevini açıklıyor. Yani Allah’a yaklaşabilmek için uyulması gereken kurallar ve bu kuralların hikmetlerini insanlara anlatmak.
Bugün elbette ki din âlimleri vardır. Ama Kuranın tefsirine yönelik dahi kimse hemfikir değil. Kimse “Ben yüzde yüz eminim; benim tefsirim vahiy kadar güvenilirdir” demiyor ve işin kötüsü birbirinden çok farklı şeyler söylüyorlar. Uzağa gitmemize gerek yok. Şu anda konuştuğumuz bu konu hakkında bile fikir birliği yoktur. Bu konu detay bir konu da değildir; teferruat deyip bir tarafa atılabileceğimiz bir konu da değildir. Ama gelin görün ki İslam âleminde bu konuda sürekli tartışılıyor ve bir yere varılamıyor. Zaten bu konudaki üç ana fikri başta anlatmıştım. Şimdi elbette ki bu fikirlerin hepsi doğru olamaz ve eğer günümüzde bir imama uymak şart ise ve Allah katında tek doğru yol ise düşünün ki bu fikirden uzak kalanlar ne kadar büyük bir yanlışlık içerisindeler. İşte imam bu yüzden de gereklidir çünkü o “Hakim” sıfatıyla gelir ve müminler arasında birikmiş olan tüm ihtilaflı konuları çözer; karar verir.
İşte bu şekilde yeniden imanı ihya olmuş bir ümmet, itaat ettiği imamın liderliğinde dinini gerçek manada yaşar. Hiçbir konuda ihtilaf kalmaz ve her emrin de hikmeti açıklanmış olur. Bu paha biçilmez nimet Kuran-ı Kerimde bu nimeti isteyenler ve gerekli amelleri yapmayı kabul edenlere vaat edilmiştir. Bu konuda Nur suresi 56. Ayeti şöyle buyurur;
“Allah (c.c.) içinizden inanan ve yerli yerinde iyi işler işleyenlere kendilerinden öncekilere halife kıldığı gibi bunları da yeryüzünde halife kılacağına, onlar için beğendiği dini sağlam bir şekilde kökleştireceğini, korku hallerini emniyetli hale çevireceğine dair söz vermiştir. Onlar (Bu halifeler) bana kulluk edecekler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmayacaklar. Bundan sonra da inkar ederlerse şüphesiz onlar fasıklardan sayılacaklardır.”
Vacibül itaat imamlara yapılan itirazlardan birisi onların bu gücü suistimal edip kötüye kullanmalarıydı. Bu itiraz aslında derin düşünmemenin neticesinde oluşmuştur çünkü Allah tarafından bizzat seçilmiş imamlardan böyle bir şey beklenemez. Elbette ki insanların seçtiği imamlarda böyle bir risk vardır ama biz insanların seçtiği imamlardan bahsetmiyoruz. Allah’ın (c.c.) seçtiği imamlardan bahsediyoruz. Allah da onlar hakkında diyor. Yani onlar sadece Allah’a kulluk ederler ve kimseden korkmazlar. Hiçbir şekilde şirke bulaşmazlar. İşte bu kadar büyük bir nimet verilmesine rağmen birisi inkâr ederse;
Bütün bu anlatılanlara göre bir imamın ne kadar da önemli olduğu herhalde anlaşılmıştır. Ama yine de bazı tereddütleri taşıyor olabiliriz. Bir imam olmadan ümmet gerçekten dağılır mı? Acaba biraz abartıyor muyuz? Bu şekilde iyi niyetle amel yapmaya devam edersek ne olur ki? Bakınız Hazreti Osman (r.a.) zamanında onun hilafetini yok etmek isteyenler hakkında Hazreti Hanzele El Kitap (r.a.) şiirinde bu gibi düşünceleri nasıl ret ediyor.
“İnsanların uğraştığı konuya hayret ettim
Onlar Hilafet-i-Raşideyi ortadan kaldırmak istiyorlar!
Eğer hilafet ortadan kalkarsa her çeşit hayır Müslümanlardan kalkmış olur
Hilafetin yok oluşundan sonra onlar aşağılanıp rezil olacaklardır
Yahudilerle Hıristiyanlar gibi olacaklardır
Hepsi aynı şekilde doğru yoldan sapacaklardır”
Unutmayalım ki bu din yani İslamiyet için diğer tüm dinlere galip gelme vaadi vardır. Burada kastedilen sadece Hıristiyanlık ve Yahudilik değildir. “Leyuzherohoo Ala Din e Kullehee” ayeti herhangi bir sınırlama getirmemektedir. Kastedilen bir gün İslamiyet’in tüm düşünce tarzlarına karşı, ister ateistlik olsun, ister maddiyatçılık olsun, ister Hıristiyanlık olsun, ister Yahudilik olsun veya başka bir hayat sistemi olsun, kültür olsun, tarz olsun, biçim olsun, ekonomik sistemler olsun; bütün bu sistemlere karşı galip geleceğidir. Ama bakınız tüm müfessirler bunun İmam Mehdi’nin zamanında olacağını yazarlar. Yani bu yükseliş İmam olmadan mümkün değildir.
Sözümü vaat edilen Mesihin (as) şu sözlerle bitirmek istiyorum.
“Şimdi son olarak bu soru kalmıştır ki yaşadığımız çağda hem sıradan Müslümanlar için hem zahidler için, hem hak rüyalar görenler için, hem ilham sahibi insanlar için, Allah tarafından itaati vacip kılınmış İmamuzzaman kimdir? Son derece açık ve içimde en ufak bir tereddüt hissetmeden söylüyorum ki Allah’ın lütfüyle O İmamuzzaman benim.” (Zaruretul İmam)
S.A. Ahmad
4. Jalsa Salana Türkiye, 2011