Allah’a ilerlemek İçin Fatiha sûresinde önerilen yol

Likâ; Allah’a kadar gitmek, Ona varmak demektir. Bu cümle bile bir ara mesafenin ve bir yolun var olduğunu ima etmektedir. İşte amacımıza ulaştıran bu yolu bulmak zorundayız. Kûr’ân-ı Kerîm bu konuyu açtığı için çözüm de getirmek durumunda.

İncelediğimizde bakıyoruz ki bu ara mesafe ve yol konusu son derece detaylı bir şekilde ele alınıp anlatılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de [1] besbellidir ki dua ile mümin bir yol gösterilmesi için rica etmektedir. Sonra Kur’ân-i Kerimin başka bir yerinde; [2] Yani “bana doğrudan Kendine giden yolunu göster.” buyuruluyor. Bu gösteriyor ki Fatiha süresinde rica edilen yol doğrudan Allah’a giden yoldur. Peki, bu yol nedir? Cevabı şudur ki aslında Allah’a giden pek çok yol vardır. Yine Kûr’ân-ı Kerîm’in buyurduğu gibi;[3]

Yani: Bizimle görüşmek isteyenlere Biz muhakkak Bize gelen yolları anlatırız. Ama bütün şu yollardan daha sade ve herkes için anlaması kolay olan Fatiha süresinin önerdiği yoldur. Aklen eğer mümin Fatiha süresinin altıncı ayetinde muayyen bir yoldan bahsediyorsa daha önceki ayetler bu yoldan bahsetmiş olmalılar. Yoksa o muayyen yolun adını vererek “beni bu yolda yürüt” demezdi, diyemezdi. Daha önceki ayetleri bu açıdan incelediğimizde apaçık bir yol haritasını görüyoruz. Bu ayetlerde bahsedilen dört ana sıfat vardır. Ama sıfatların bir yol haritası gibi olmaları için bir sıra şarttır.

Yani sıfatları cezbetmenin bir sırası olmalı ki insan tek tek o sıraya göre bu yolu yürüsün, ara mesafeyi kat etsin. Dolayısıyla bu sırayı bilmek son derece önemlidir.

Unutulmamalıdır ki Allah insana doğru tenezzül ettiğinde teşbihi ve temsili bir şekilde iner. Yoksa O’nun gerçeği algılama sınırının ötesindedir. Böyle bir varlık kendini hissettirmek isteyince tek çaresi aşama aşama yaklaşan temsili bir yolu seçmektir. Bu yöntem benimsenmezse visal imkansızdır. Uzun lafın kısası Allah’ın sıfatları insana tecelli ettikçe tenezzül etmek durumundalar, insanın seviyesine gelmek durumundalar. İnsan için durum tam tersidir. O ne kadar sıfatları cezbetmek isterse o kadar yükselmek durumundadır, o kadar bu maddi dünyanın prangalarından kurtulup yükseğe uçmak zorundadır.

Bunu kavradıktan sonra insandan Allah’a giden yolu hayal etmek için bir misal faydalıdır. Çok geniş bir deryanın dar bir vadiye doğru aktığını farz edelim. Uzak ve en geniş olan yerine Allah diyelim ve vadinin en dar noktasına insan. Dar olan yerde derya da daralacak, yer genişledikçe o da genişleyecektir. Ama aynı zamanda en geniş olan yer son derece sakin ve hissedilmesi neredeyse imkânsızken, en dar yerindeki su son derece hareketli ve gürültülü olacaktır. Sıfatların tenezzül etme durumu da aynen böyledir. Tenezzül ilk aşamalarındayken son derece hissedilmez olur, özel çaba göstermedikçe fark bile edilmez ama tenezzülün son aşamalarında iyice patırtı ve gürültü yaratırlar. Fark edilmesi son derece kolaydır.

Dünyada geliştikçe her şey büyüyor. Örneğin bir tohum gelişir, ağaç olur. İnsanın ruhani gelişimi de böyledir ama Allah için gelişmek değil tenezzül söz konusu olduğu için alçaldıkça aynen deryalar vadide daraldıkları gibi kapsamı daralır. Güneşin de insan gözünün sınırlarına girebilmesi için uzaklaşıp küçüldüğü gibi.

Bu kuralı dikkate aldığımız vakit diyebiliriz ki insanın ruhani yolculuğunda göreceği ilk sıfat, tenezzül açısından son sıfat olacaktır. Aynı şekilde ruhani olarak yükseldikçe göreceği en son sıfat Allah’a en yakın olan ve tenezzül açısından ilk sıfat olacaktır, çünkü insanın yolculuğu aşağıdan yukarıyadır ve Allah’ın tenezzülü yukarıdan aşağı. Yine aynı şekilde Allah’ın tenezzül ettiği ilk seviye en geniş kapsamlı ve son seviyesi en dar kapsamlı olduğu gibi, insanın yukarı çıktığı ilk seviye en dar kapsamlı ve vardığı son aşama en geniş kapsamlı olacaktır. Bütün bunların sebepleri vadiye yaklaştıkça daralan derya misalinden bellidir.

Allah’ın tenezzül sırası

Anlattıklarımızın ışığında Fatiha süresini incelersek Allah’ın tenezzül sırası belli olur, yol haritası ortaya çıkar. Bu sürede dört adet büyük sıfat beyan edilmiştir. Yani;

Rabb-ül-Alemiin,

Rahman,

Rahim ve

Malik-i Yevmiddiin

Örneğimize dönecek olursak Rabb-ül-Alemiin sıfatı en az tenezzül derecesi ve en geniş kapsamı olandır. (Yani deryanın en geniş ve vadiden uzak noktasını temsil eder). Rahmaniyyet bundan az olduğu gibi, Rahimiyyet ondan da azdır. Malikiyet-i Yevmiddiin en az kapsamlıdır ve vadinin en dar noktasını temsil eder. Yani algılama ötesi olan Allah tenezzül etmeye başladığında ilk kendini gösteren, zuhur eden sıfatı Rabb-ül-Alemiin olur. Daha da tenezzül edince Rahmaniyyet kendini gösterir. Sonra sıra Rahimiyyete gelir ve en sonunda Malikiyet-e Yevmiddiin ortaya çıkar. Bu sıra dikkate alınırsa insan kendi ruhani yolculuğunda ilk olarak Malikiyet-e Yevmiddiinle tanışır. Sonra Rahimiyyet, sonra Rahmaniyyet ve en sonunda Rububiyetle[4] el sıkışır. Öbür taraftan bakınca son olanı, buradan bakınca ilk olacaktır.

Ayrıca şunu da öğrenmiş olduk ki Rububiyet sıfatı en gizli olandır. Misalimize dönecek olursak biraz daha gürültü yapan Rahmaniyyet, sonra Rahimiyyet ve en ortada olanı Malikiyet-e Yevmiddiindir.

Rabb-ül-Alemiin

İyice düşününüz. En kapsamlı olan sıfat Rabb-ül-Alemiin sıfatıdır. Canlı, cansız, kâinat, dünya, ay güneş, hayvanlar ve insan hepsi bunun kapsamındadırlar. Bu sebepten de son derece mahfi ve gizlidir. Rab yaratandır. Bu sıfat o kadar gizlidir ki birçok insan hala “Allah neyi yaptı ki? Şimdi yapsın da görelim” diyebiliyor. Sonra Rububiyet kelimesi anne babanın çocuklarına karşı büyütme ve neşvünema[5] verme isteği için de kullanılır. Rab olan Allah yaratma gücünü insana da vermek istemiştir. Sonra Rab olan Allah aynen anne babanın çocuğu büyüttüğü gibi kulunu da büyütür, geliştirir. O insana faydalanabilsin diye akıl vermiştir ama cebren ve zorla vermiştir. Bu konuda insanın “istemiyorum” deme şansı yoktur. Aynen anne babanın da çocuğun çocukluk döneminde ona zorla eğitim verdikleri gibi. İnsana mutlak insanlık veren bu sıfattır ve bunu cebren verir. Eğer vermeseydi insan mükellef de olmazdı. Elbet ki reşit olduktan sonra bu kabiliyetleri kullanıp kullanmamak insanın elindedir, onun iradesine bağlıdır. Aynen anne babanın verdiği eğitimden faydalanıp faydalanmamak çocuğun elinde olduğu gibi bu da böyledir. Bu sıfat maddenin her zerresiyle alakalı olduğu için çok arka planda işler ve mahfidir. Apaçık ve ortada değildir. Gizli olduğu için insan da genellikle buna değer vermez. Hatta bazen insanlar “bize mi sordu da yarattı” diyebiliyorlar[6].

Rahmaniyyet ve Rahimiyyet

Rububiyet son derece gizli ve gözlerden ırak olduğu için Allah bir adım daha tenezzül etti ve Rahmaniyyet cilvesine gösterdi. Bu aşamada Allah insan için gerekli olan tüm şeyleri yarattı. Oksijen, ay, güneş, ne varsa. Bu biraz daha bariz olduğu için insanlar da bunun değerini daha çok bilirler. Bazen “Allah’a şükür, bizim için tüm bunları yarattı” diye Onu hatırlarlar. Ama aslında bu seviye de çok açık değildir. Hala mahfidir. Bunun insanın ameliyle hiçbir alakası yoktur[7]. Belli bir kişiyle değil tüm cinsiyle alakalıdır. Bu yüzden Allah bir adım daha tenezzül edip Rahimiyyetin icraatını başlattı. Rahim tüm amellere karşılık verendir. Yani bir şey yapan karşılığını alıyor, yapmayıp yerinde sayan eli boş dönüyor. Bu aşamada artık insanla doğrudan hissedebileceği bir bağ kuruluyor ve vadinin dar ve gürültülü bölgesine girmiş oluyoruz.

Malik-i Yevmiddîn’in cilvesi

Bundan sonra Allah daha da tenezzül ederek Malik-e-Yevmiddîn olarak karşımıza çıkıyor. Bu aşamada her insan ayrı ayrı Onun yanına çıkartılıyor ve teke tek görüştürülüyor. Bu aşama o kadar zahir ve açık ve inkâr edilemez olacak ki peygamberler bile “nefsii neafsii[8]” diyeceklerdir. Hadise göre Kıyamet gününde insanlar “peygamberlerin yanına gidelim” diyeceklerdir ama Âdem, Nuh ve Musa’nın yanına gelince onları da kendi dertlerine düşmüş vaziyette bulacaklardır. Sonra Peygamber Efendimize geleceklerdir ve o Allah’ın izniyle şefaat edince rahatlayacaklardır[9].

İnsanın ruhani yolculuğu

İnsan ruhani yolculuğunu başlatınca ilk olarak bu Malik sıfatıyla tanışır. Sonra Rahim, sonra Rahman ve en sonunda Rab olan Allah’a varacaktır.

Ana gayemiz bu yolun nasıl kat edileceğini anlatmaktır ve bu yüzden konuşmanın bu kısmı son derece önemlidir. Doğruyu söylemek gerekirse şimdiye kadar söylenen her şey bu kısım için hazırlık mahiyetindedir.

İnsanın Malik-i Yevmiddîn sıfatını cezbetmesi

Hatırlamaya değerdir ki insan ilk olarak Malik-e Yevmiddîn sıfatını cezp edebilir. Kelimesel anlamda bu ödül veya ceza konularında karar veren, hakem olan demektir. Şimdi bir inceleyelim. İnsanın içinde hakem olma kabiliyeti var mıdır? Düşünürsek aslında her insanın Malik-e Yevmiddîn olduğu, birer hakem olduğu apaçıktır. Her insan etrafını incelediğinde veya birisini bir şey yaparken gördüğünde zihninde hemen ona bir puan verir, bir fikir oluşturur. İster küçük olsun, ister yaşlı, ister çiftçi, ister entelektüel, bu kabiliyete sahiptir. Kendi çapında hakemlik yapar. Kimseye bildirmese de birine zihninde “iyi” der, birine de “kötü”. Birisi hakkında “kurnazın teki” derken diğeri hakkında “çok saftır” der. Gözüyle veya diğer algılama hisleriyle bir şeye tanık olup ta karar vermemek insanın elinde değildir. Muhakkak bir karar verir, bir neticeye varır. Bu açıdan her insan hakemdir ama bu hakemliği gizlidir. Kimsenin verdiği kararlardan haberi bile olmaz. Allah’ın Rab sıfatı gizli ve mahfi olduğu gibi insanın da Malik-e Yevmiddîn sıfatı gizlidir. Bu öyle bir Malikiyettir ki bir hükümdar bile bunu kimsenin elinden alamaz. Günlük ıstılahında veya terimde bunun adı vicdani hürriyettir. Padişahlar malımızı bizden alabilirler, mülkiyetimize el koyabilirler, vatanımızdan sınır dışı edebilirler ama zihnimizin derinliklerinde işleyen bu hakemliği bizden alamazlar. İdam etse bile son anımızda dahi beynimiz çalışıyor olacaktır. Padişahın zalim veya insaflı olduğu konusunda hakemlik yapıyor olacaktır. Bu insanın içinde gizli olan Malikiyetin bir cilvesidir.

Malikiyetin ne olduğunu anladıktan sonra bir soru oluşuyor. Bu kabiliyet müminlere has olmayıp kâfirlerde bile mevcuttur. Bu durumda Allah’a giden yolun bir aşaması nasıl olabilir? Cevabı şudur ki Likâ kabiliyeti herkeste vardır, ama Allah yolunda ilerlemek için belli bir şekilde kullanılması şarttır. Ancak bu kabiliyetimizi Allah’ın kabiliyetine benzer şekilde kullanırsak ileriye doğru adım atmış oluruz. Yoksa bir zerre kadar ilerleme mümkün olmayacaktır.

Allah’ın Malikiyet sıfatı nasıl çalışır?

Kûr’ân-ı Kerîm’i incelediğimizde Allah’ın Malik-i Yevmiddîn sıfatının aşağıdaki prensipler ışığında işlediğini, icraata geçtiğini çıkartmak mümkündür.

Allah bir konu hakkında tüm bilgiler olmadan karar vermez. Yarım bilgiyle harekete geçmez. Allah’ın bu sıfatını cezbetmek isteyen kendini yoklamalıdır. Acaba o da böyle mi karar veriyor, yoksa “falanca kişi hırsızlık yapmıştır”’ı duyar duymaz “o zaman çok kötü birisidir” deyip hemen fetva mı veriyor? Allah kesinlikle böyle yapmaz. Bu sebepten Onun hakemliği çok farklıdır. O tüm bilgiler ışığında karar verir. İnsan ise hemen bir şey söylemeye kalkışır. Hukuk sistemindeki hakemler eğer sıradan insanlar gibi duyar duymaz karar vermeye başlarlarsa dünya zulüm yatağına döner. Düşünsenize hırsızlıkla suçlanan herkes hemen hapse atılır. Ne kadar zalimane bir yer olur. Öyleyse size verilen bu hakemlik sıfatını nasıl kullandığınızı gözden geçiriniz. Unutmayınız ki eğer bu sıfatınızın kullanımını aynen Allah’ın sıfatına uygun hale getirmezseniz, hiç ilerleme de kat etmezsiniz. Eğer ilerlemek isteyen varsa zihninin bir köşesinde bile birisi hakkında tam bilgi olmadan bir fikir sokmamalı, sokturtmamalı.

Allah’ın Malikiyet sıfatının ikinci ve üçüncü özellikleri bunlardır ki birisi suçluyken ayrıca yakınlarına da ceza vermiyor.

Bir de birisi suçluyken onun yerine başkasına ceza vermiyor[10].  Allah’ın Malikiyet sıfatını cezbetmek isteyen kendisini incelemelidir. Acaba o da böyle davranıyor mu, yoksa birisine kızdığı zaman kardeşinden de mi nefret etmeye başlıyor. Böyle birisi unutmamalıdır ki Allah sadece ilgili kişiye ceza verir. Ona (Allah’a) benzemek isteyen de bu konuda dikkat etmelidir. Kararlarını ilgili kişinin zatıyla sınırlı tutmalıdırlar. Etkisinin akrabalarına veya yakınlarına sıçramasını engellemelidir. Aynı şekilde birisinin yerine diğerini hiç yakalamamalı.

Allah cezanın ölçüsünü bilir. Suç ne kadar ise ceza ona uygun olur. Bu yolu yürümek isteyen de böyle yapmalı. Birisi ona küfür ettiğinde “elimde olsa da öldürsem” demesin. Eğer ceza vermek zorundaysa suçun mahiyetine uygun ceza versin. Eğer sadece zihninde o kişi hakkında bir karar vermek durumundaysa, yine suçuna uygun bir karar versin.

Allah suçun hangi durumda işlendiğini de dikkate alır, salt suçu değil. Birisi birisinin ekmeğini çalarsa bu suçtur. Ama Allah hırsızın çalma anındaki durumunu da dikkate alır. Sadece başkasının malına el koyup hırsını gidermek için mi yoksa açlıktan mecbur kalıp mı? Eğer açlık zorlamışsa acaba ekmek parasını kazanmanın namuslu bir yolunu biliyor muydu? Salik[11] de böyle yapmalı. Sadece suçu değil, suçun hangi şartlarda ve mecburiyetlerde işlendiğini dikkate almalıdır. Allah muhakkak bunları dikkate alır. Örneğin Peygamber Efendimiz ve Vâdedilen Mesih hakkında duymamış olan birisi Allah’ın gözünde kâfir olabilir ama cezaya çarptırılmayacaktır. Bu konuda bilgisi bile olmadığı için iman etmesi imkânsızdı.

Allah birisine karşı kimsenin tavsiyesine veya dolduruşuna kulak asmaz. Sizin de böyle yapmanız gerek. Allah sizi hakem yapmıştır. Başkasının ne dediği sizi ilgilendirmez.  Siz kendi kararınızı kendiniz verin.

Allah yukarıda bahsedilen tüm incelikleri dikkat aldıktan sonra bile nihai kararında merhametin hâkim olmasını sağlıyor. En ufak bir bahaneyle af ediyor. Sizde böyle yapın. Basit suçları yakaladığınızda hemen ceza vermeye değil af etmeye yönelin. İyiliklerini dikkat alıp ufak tefek hataları görmemezlikten gelin. “Muhakkak bir sebep vardır, yoksa o iyi birisidir” deyin.

Malikiyet sıfatını cezp etmenin neticesi

İşte Allah Hakemlik yaptığında bu yedi noktayı unutmaz. İnsan da eğer bunları unutmazsa yavaş yavaş Malikiyet sıfatı onda da oluşmaya başlar ve böylece Allah ile bir münasebet ve benzerlik kurmuş olur.

Bu noktaya gelince insanda dişi veya kolay işlenebilen bir sıfat oluşur. Terakki ve gelişme kabiliyetini kazanır. Bu aşamada onun için feyiz ve bereket kaynağı olan Allah’ın Malik-e Yevmiddîn sıfatı icraata geçer ve ışınlarını ona tutar, içinde oluşmuş potansiyel cevheri işler. Bu noktada böyle insanın ruhu özel kuvvetler kazanır. Vâdedilen Mesih’in “önce Meryem sonra İsa oldum” demesinin anlamı da budur. Yani önce onda Allah’ın sıfatlarının etkisini kabul etme kabiliyeti gelişti, sonra ilgili sıfatlar etkilerini yaptılar ve Vâdedilen Mesih’te Mesihlik sıfatlarını oluşturdular. Bu durum tohumların ekilmesine hazır toprağa da benzer. Salik bu durumdayken Allah onun için ilgili sıfatın icraatını başlatıyor ve aynen bir erkek ve dişinin veya tohum ve toprağın birleşmesi gibi etki oluşuyor. Allah’ın sıfatları birine etki yapsınlar ve netice oluşmasın; bu mümkün değildir. Muhakkak onda yeni kuvvetler ve kabiliyetler oluşur.

“Salik kendini kolay işlenebilen duruma getirdiği vakit Allah’ın sıfatı tecelli eder” demenin anlamı nedir? Tam olarak ne olur? Olan şudur ki nasıl o insan herkesle af muamelesi yapıyordu Allah da onunla aynı muameleyi yapmaya başlıyor. Onun günahlarını affediyor. İnsanın ilerlememesine sebep olan en büyük prangalar işte günah prangalarıdır. Bu prangalar onun ilerleme hızını neredeyse sıfırlarlar. Ama Allah’ın af etmesiyle yeni bir kuvvet bulur. Birden bire hızı artar. Dünyevi yolculuklarında insanlar önce dinç başlarlar sonra git gide yorulurlar, yorgun düşerler. Oysa ruhani yolculuğa insan küçük adımlarla başlar ama her adım ona dinçlik verir, gücünü artırır.

Malikiyet sıfatını cezp etmenin faydası

Eğer tüm insanlar sadece bu sıfatı cezp etmeye yönelirlerse dünyadan her tür zülüm ve fesat silinir. Kavgaların sebebi nedir? Sadece şu ki insanlar onlara verilmiş olan hakemlik görevini suistimal ederler, kötüye kullanırlar. Bu kabiliyeti doğru bir şekilde kullanırlarsa hiç fesat olmaz. Kûr’ân-ı Kerîm buyuruyor ki “Eğer birden fazla Allah olsaydı fesat olurdu”. Sonra başka yerde “Her taraf fesada karışmış” diye buyuruyor. Bu gösteriyor ki böyle durumlarda dünya sahte ilahlarla dolar. Hakemlik sıfatını Allah’ın sıfatına benzeterek değil, müstakil olarak kullanmaya başlarlar. Bunun neticesinde kavgalar ve fesatlar baş gösterirler. Bu ayetlere göre fesat her zaman Allah’ın sıfatlarından sapmakla ve müstakil politikaları izlemekle başlar.

Hz. İsa (a.s.) “Kendin için beğenmediğin bir şeyi başkası için de beğenme” demiştir. Kendi malının çalınmasını istemeyen insan başkasının malını da çalmamalı. İslamiyet de böyle şeylerden bahsetmiştir ama ilkel ruhani seviyelerde olanlar için. İlerlemiş olanlar için “Başkasının ne yaptığına bakma, Allah’ın ne yaptığına bak ve ona göre hareket et” demiştir. Allah hata yapmadığı için insan Onu takip edince hatalardan da kurtulur.

Kulun Rahimiyyet seviyesine yükselmesi

Malikiyet tohum gibidir, Rahimiyyeti doğurur. Rahimiyyet hak edilenden daha fazla vermek demektir[12]. Dediğim gibi daha önce yukarıda bahsedilen yedi hususa dikkat edilecek, Malikiyet cezp edilecek. İnsan kesinlikle bu hususların dışına çıkmayacağına karar verecek. Hiçbir zaman bunları bırakmayacağına ant içecek. Neticesinde Allah da salik’in günahlarını silecek varsa hataları görmemezlikten gelecek. Yavaş yavaş böyle bir insan kötülükten nefret etmeye başlayacaktır.

Sırada Rahimiyyet var. Burada artık insan hak edilenden daha fazla vermeye başlıyor. Örneğin bir yerde çalışan birisi “Bana patronum bu kadar işe karşı maaş veriyor ama ben daha fazla çalışayım” derken patronu da “bu kadara anlaştık ama daha fazla vereceğim” diyecektir. Patron ve çalışan bu usulü benimserlerse ilginç bir rekabet başlayacaktır. Ama bu rekabet sadece emniyet ve huzur yaratacaktır. Peygamber Efendimiz’in sahabelerin hayatlarında böyle olaylar çok olurdu. Birisi atını satmak için diğerine götürdüğünde “Kesinlikle iki bin den fazla almam. Bunun değeri bu kadardır” derken, alıcısı da “hiç olmaz; bu at en azından üç bin eder” derdi. Bütün dünya böyle davranırsa ne kadar güzel bir yer haline gelir.

Bir amelenin beklenen işten daha fazla çalışması ve sonra onu çalıştıranın da yevmiyesinden daha fazla vermesi prensibi gerçekten hayatın her şubesinde benimsenmesi gereken bir şeydir. Ama fakir birisi veya çiftçi ne yapsın? Çiftçiler için örnek verecek olursak ürünü biçerken çalışanlara vaat ettiği üründen daha fazla verebilir. Ya da işleri bitince herkese yemek yedirebilir. Ney şekeri hazırlamak için elemanlara ayrılırken “al birkaç tanesine de kendine götür, çocuklarına verirsin” diyebilir. Bunların hepsi Rahimiyyet örnekleridir. Verilen ekstra ne kadar az olursa olsun Rahimiyyet sınıfına girecektir. Yani hepiniz bu sıfattan faydalanabilirsiniz. Zengin olan daha çok ücret dağıtabilir, fakir olansa daha çok çalışabilir.

Ama bazı insanlar ne kimsenin çalışanı oluyorlar ne de onların altında birisi çalışır. Örneğin kör insanlar vardır. Bunlar için Rahimiyyet yok mudur? Elbet vardır. Örneğin böyle insanlar iyi insanların değerini dünyanın önüne serebilirler, hak ettikleri değerini bulsunlar diye çaba gösterebilirler. Böyle iyilik yapmak için çabalayanlara moral vermiş olurlar. Onların daha da can-ı gönülle çalışmalarını sağlayabilirler. “Moral vermenin ne önemi var” denemez. İnsanların buna ihtiyacı vardır. Hatta bir iyi sözü duymak için insanlara dünya kadar para harcarlar. Vâdedilen Mesih (a.s.) hep bir hikâye anlatırdı. Hikâyeye göre kadının birisi güzel bir yüzük yaptırmış. Diğer kadınlara göstermek için çok çabalamış ama kimse dikkat etmemiş. Bir gün kızıp evini yakmış. Haberi alan kadınlar koşa koşa gelmişler ve “Aman tanrım; her şey mi yanmış?” diye sormuşlar. Cevabı “bir tek bu yüzük kalmış” şeklindeydi. Bunu duyan kadınlardan birisi “ne güzel bir yüzüktür; ne zaman yaptırdın?” diye sorunca “bunu daha önce sorsaydın evim de yanmazdı” cevabını almış. Sözün özü küçücük bir takdir bile insanın gönlünü alıyor. Ameleye akşam üstü yevmiyesini verirken azarlarsak hiç mutlu olmaz. Hiç bir şey demeyip sussak bile iradesi zayıflayacaktır. Allah’ın Rahimiyyetini cezbetmek isteyen kavimlerin önce kendilerinin Rahim olmaları gerek. Çalışanların değerini bilmeleri gerek, takdir etmeleri gerek. Ağzımızdan çıkan bir cümle bile çok değerlidir, çok faydalar içerir. Oysa yapanın cebinden bir şey çıkmaz. Faydalı işlerle uğraşan herkesi takdir etmek hepinizin görevidir. Bizim cemaatimizde bu özellik daha tam olarak oluşmamıştır. Hayatını din için vakfeden birisi İngiltere’de çalışırken karısı ve çocukları burada bekliyor. Onların da aynen sizin karılarınız ve çocuklarınız gibi ihtiyaçları vardır, arzuları vardır. Ama onlar yalnız yatıp yalnız kalkarlar. Çocukları yetimler gibi babanın sevgisini ararlar ama bulamazlar. Öbür taraftan kendini din için adamış mübelliğ[13] de yalnızdır. Tüm gün çalıştıktan sonra yorgun argın evine dönünce gözü onu rahatlatan, ona yardımcı olan birisini arar. Ama evi boştur ve her işini kendi yapmak zorunda kalır. İnsanlar bütün bunları düşünmezler. En ufak bir hatayı görünce bile ayıplamaya başlarlar. Ayıbı hemen görürler ama gözleri iyilikleri görmez. Neticesinde eninde sonunda çalışanların morali bozulur ve heveslerini kaybederler. Oysa moral verilirse herkes daha da çok çalışır. Bu son derece önemlidir. Ben özellikle Kadıyan[14]’da yaşayanlara nasihat ediyorum. Çalışanların değerini bilsinler. İnsanların yaşadığı sıkıntıları, zorlukları ve sorumluluklarını hiç umursamadan sadece itiraz etmek Rahimiyyet’e uygun değildir. Bu Rahimiyyeti muhakkak kendinizde geliştirin. Bunu herkes yapabilir. En fakiriniz bile yapabilir. İyilik yapan herkes takdir edilmelidir. Sonra da böyle birisi için “Ey Allah’ım bende ona verecek bir şey yoktur. Sen ver” diye dua edin.

Velhasıl çalışanlar anlaştığından daha fazla çalışsınlar ve patronlar beklentisinden daha fazla versinler. Hayatlarını din için adamış olanların değeri bilinsin ve hak ettiklerinden daha fazla övülsünler. Etrafta görünen her iyilik ve çaba övülsün, değeri bilinsin. Ancak o zaman Rahimiyyetle bir alaka kurulur, Allah ile bir benzerlik oluşur, yabancılık yok olur ve benzer cinsler benzer cinslerle birleşir. Böyle yapan insan Allah’ı kendisine çeker ve neticesinde Allah da kendi Rahimiyyetiyle ona tecelli eder. Bu tecelli insanın yaptığı iyiliklerin sevabını kat kat artırır[15]. Bu tecelliyi hak etmiş birisinin her namazı sanki yüz namazın sevabını getirir. Ruhani yolcululukta onu alır bambaşka seviyelere götürür. Bu tecelli ancak kendisi Rahim olan birisine gösterilir. Kendisi Rahim olmayan birisi tüm gün ibadet etse de yerinde sayacaktır. Allah’ın Rahimiyyeti ancak Rahim olan birisine karşı coşar. Allah da onun hakkında “Ben de buna hak ettiğinden daha çok vereyim” demeye başlıyor ve böylece bu insan âlâ seviyeleri çıkabiliyor. Oysa kendisi Rahim olmayan birisi sene boyunca namazla yatıyor namazla kalkıyor ama ilerleme kat edemiyor. Örneğin bir ruhani seviyeyi elde etmek için elli sene gerekiyorsa Rahim olmayan birisi gerçekten de elli sene ibadet etmek zorunda kalıyor. Bir senelik ibadetten sonra hala kırk dokuz kalmış oluyor. Ama Rahim olan birisi bir senede elli senelik yolu kat ediyor çünkü onun nefsindeki Rahimiyyet Allah’ın Rahimiyyetini çekecektir, meyve verecektir. Allah’ın Rahimiyyeti ise az’a karşı çok vermek ister, tekrar tekrar vermek ister. Yani bu sıfatı cezbetmek insanı kısa sürede bambaşka noktalara götürüyor.

Kulun Rahmaniyyet seviyesine yükselmesi

Allah’ın Rahimiyyeti insanın Rahimiyyetiyle birleşince insana yeni kuvvetler verir. Sanki ruhani olarak yeniden doğmuş gibi olur. Bulduğu yeni kuvvetlerle artık Rahmaniyyeti hedef alır. Rahmaniyyet hiç ameli olmayana da iyi davranmak, iyilik yapmak demektir. Allah insanın hiçbir ameli olmadığı halde güneşi ayı dünyayı gökyüzünü suyu havayı bizim için yapmıştır. Bunlar olmasaydı insanın hayatta kalması imkânsızdı. Üçüncü hedef işte bu Rahmaniyyettir. Rahimiyyet seviyesindeyken sadece işini yapanlara iyi davranırdı ama bu seviyede herkese iyi davranmak durumunda. Tamamen alakasız birisi de onun Rahmaniyyetinden faydalanmalı. Bu sıfatın cezbedilmesi de zengin veya fakir, herkes için mümkündür. Kadıyan’da Hafîz Muinuddiin adında kör ama inanılmaz ihlâs sahibi birisi vardı. Tevekkül[16] konusunda ondan daha ermiş birisini düşünmek zordur. Fakir birisiydi ve günlük ihtiyacını aşevimiz karşılardı. İnsanlar da kör diye bazen yardım ederlerdi. Kendisi kör olmasına rağmen her zaman muhtaç olanları arardı. “Acaba aç birisi var mı?” diye kapı kapı dolaşırdı. Muhtaç birisini bulduğunda hemen gidip kendi ekmeğini ona verirdi. Parasını da bu şekilde dağıtırdı. Buna benzer birçok iyiliğini biliyorum. Yani bu sıfatı elde etmek için zengin olma şartı yoktur. Fakirler de durumlarına uygun şekilde bunu cezbedebilirler, Rahmaniyyetin cübbesini giyebilirler. Herhangi bir şeyin karşılığı olarak veya herhangi bir beklenti olmadan iyilik yapabilirler. Örneğin birisinin medresede çalıştığını varsayalım. Eğer çalıştığı tüm saatlerin parasını talep ederse bu Rahmaniyyet değildir. Birçok öğretmen mesai saatleri dışında kimseye bir şey öğretmez, öğretirse parasını alır. Rahmaniyyet ise kendi ihtiyacımızı giderdikten sonra fakir olan talebeleri mesai saatleri dışında para istemeden öğretmeyi gerektirir.

Bir âlim de bu şekilde ilmini harcasın ve zengin birisi de malını. Kendilerini Allah’ın elinde olan birer piyon gibi hissetsinler. İşte o zaman onların Rahmaniyyetini görünce Allah da kendi Rahmaniyyetinin cilvesini gösterecektir. Bu üçüncü tecelli sadece böyle olanlar için inecektir.

Kulun Allah’ın misafiri olması

Böyle birisi sanki Allah’ın misafiri oluyor. Her katta karşılanıyor. Malikiyet katına çıkınca Allah Malikiyet cübbesini giyip ona “buyurun” dediği gibi, Rahimiyyet katında Rahimiyyet cübbesiyle onu bekliyor oluyor. Rahmaniyyet katında ise “buyurun” diyen Rahman olan Allah oluyor. Rahmaniyyet son derece geniş bir makamdır. Bu noktada Allah insana birçok şey öğretir, Rahman sıfatıyla ilgili birçok şey hakkında bilgi verir. Allah Kûr’ân-ı Kerîm’de şu şekilde buyuruyor; [17]

Yani Rahman olan Allah Kuranı öğretti. Bu demektir ki kelam-ı İlahinin inmesi bile Rahman sıfatıyla alakalıdır. Bu noktaya gelmiş olan birisi artık geri adım atmaz. Allah onun gelişmesi için sürekli yeni kapılar açar, yeni ahlaklar ona öğretir.

Kulun Rabb-ül-Alemiin seviyesine yükselmesi

Kendisi Rahman sıfatını cezp edince Allah’ın Rahman sıfatı da kulu için tecelli eder ve ona yeni kuvvetler verip daha da yükselmesi için hazırlar. Kendisinde bu yeni güçleri bulan insan “öyleyse ben Rabb-ül-Alemiin seviyesine de çıkayım. Orayı da bir göreyim” diyor. Daha önce de anlattığım gibi Rab sıfatı annelik ve babalık sıfatlarına benzer. Anne baba buzdolabına sütü koyup “artık kendisi canı istediğinde bulur, içer” demezler. Onlar çocuğun yanı başında oturup seve seve, ikna ede ede kendileri içirirler. Çocuk hiç dinlemezse zorla da içirirler. Rabb-ül-Alemiin seviyesine gelmiş birisi aynen bu şekilde insanların peşine düşer, onlara hidayet vermeye çalışır. Sadece uzaktan vaaz vermekle yetinmez. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir seferinde Taif’e gitmiş ama oradakiler onlara ruhani sütü içirmek için gelen bu zatı taşlamışlardı. Oradan dönerken bir yerde dinlenmek için durmuş. Yorgun olduğunu gören birisi kölesi vasıtasıyla ona biraz meyve yollamış. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) insanları hidayete çağırma arzusu o kadar şiddetliydi ki o yorgun düşmüş anında bile meyveleri fazla umursamadan gelen köleye tebliğ etmeye başlamış[18]. Bu sadece o gün böyle olmadı. Onun her günü böyleydi. Mekkeliler bir yerde toplanınca o da hemen oraya gidip cemaate tebliğ ederdi. Hac için gelenlerin çadırlarına girip tebliğ ederdi. Özellikle arardı ve bulunca da hak mesajını aktarırdı. Aynen “yavrum aç kalmasın” diye anne babanın yaptığı gibi.

Bu sıfatı cezbetmek tüm insanlara karşı birer anne veya birer baba gibi hissetmek demektir. Herkesin çıkarını aramak demektir. İnsanlar onu dinlemeseler de yine peşlerini bırakmamak demektir. Böyle birisi hakkında “biz bundan bir şey alabiliriz; bu ilişkiden karlı çıkarız” diyenler de muhakkak çıkar. İşte bu da böyleleri ıslah eder, eğitir, terbiye eder. Hatta gerekirse cezalandırır da ama onlar kendileri kabul ettikleri için of bile demezler. O bazılarını daha da özel bir şekilde eğitir, özel ilgi gösterir ve kendisi ölünce hazırladığı bu gruptaki özel öğrencileri misyonuna devam ederler. O sadece o neslin değil, sonradan gelen tüm nesillerin ruhani atası olur. Aynen Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sadece sahabelerin atası değil bizimde atamız olduğu gibi. Böyle bir insan merhametini belli kavimler için saklamaz, her mezhep ve her ülkenin insanı için aynı duyguları taşır. Hepsinin iyiliğini ister.

Rabb-ül-Alemiin sıfatını en çok cezp eden, en mükemmel mazharı

Bu makamın en tepe noktasına tek bir kişi çıkabilmiştir ve o Peygamber Efendimizden (s.a.v.) başkası değildir. Sebebi de şudur ki gerçek anlamda Rabb-ül-Alemiin sıfatının en tepe noktasında ancak hem geçmiştekilerin hem gelecektekilerin ruhani ıslahını ve terbiyesini yapan birisi olabilir ve bu makam sadece Peygamber Efendimize (s.a.v.) verilmiştir. Kendisi “Daha Âdem (a.s.) yaratılışın hamurundayken bile ben Hatem-ün-Nebiyyiin idim” demiştir[19]. Kendisinden önce gelenlerin ruhani ıslahını yapmış olması “doğrudan onlara terbiye vermiştir” anlamında değildir. Anlamı şudur ki daha önceki insanların da varmak istediği hedef ve ideal Peygamber Efendimiz’in vardığı idealin aynısıydı[20]. İşte bu yüzden de o en tepe noktasını hak eden tek kişidir. Adının “Muhammed” olmasındaki hikmet de budur. “Muhammed” olmayan birisi hatem-ün-nebiyyiin de olamazdı. Başka bir deyişle hatem-ün-nebiyyiin’in “Muhammed” olması şarttı.

Rabb-ül-Alemiin sıfatının ikinci mazharı; Vâdedilen Mesih (a.s.)

Peygamber Efendimiz bu makamın gerçek ve tek hak edenidir ama Vâdedilen Mesih de ona itaat etmek konusunda kendisini helak ettiği ve tüm gücüyle adım adım onu takip ettiği için o da bu nurdan nasibini almıştır. Peygamber Efendimiz’in gerçek ruhani evladı olduğu için ona da bu makam bağışlanmıştır. Bu nedenle Vâdedilen Mesih Allah’ın vahyinden haber alarak “bana iman etmeyen birisi Allah’a erişemez” demiştir. Yani Allah’ın gözünde ve günümüzde Peygamber Efendimiz’in gösterdiği yolu sadece Vâdedilen Mesih anlamıştır. O da Peygamber Efendimiz gibi ruhani bir lider ve yol gösterendi. Muhammed sadece birisinin ismi değil bir makamın da adıdır. Vâdedilen Mesih de bir ruhani evlat olarak bu makamı hak etmiştir ve ümmet içerisinde bu makama varabilen tek kişidir. Aradaki evliyalar bu ruhani evlatlara verilen bu makam için hazırlık yaptılar. Vâdedilen Mesih (a.s.) de diğer kavimler için rehberlik yapmıştır. Her din ve her kavim için ahir-zamanda Vâdedilen kurtarıcının ta kendisidir. Tüm peygamberler böyle birisi hakkında haber vermişlerdi. Vâdedilen Mesih dünyaya gelerek onları haklı çıkardı. Böylece kavimler arasındaki kin de giderilmiş oldu. Gerçek şudur ki günümüzde Krişna ve Ram Çandar’ı[21] haklı çıkartan Vâdedilen Mesih den başkası yoktur. Ama unutulmamalıdır ki bunların hepsi ruhani evlatlara verilen yansıma gücüdür. Bu ruhani ayın arkasında asıl ışık tutan yine Peygamber Efendimizdir (s.a.v.).

Bu makama gelen için diğer makamlarda olduğu gibi Allah da kendi sıfatının cilvesini gösteriyor. Rabb-ül Alemiin yani âlemlerin Rabbi olan Allah bu makamdaki birisine, sanki tüm âlemi oymuş gibi davranır. İşte o kişi birden bire Alemiin (tüm âlemler) oluverir ve Allah’ın Rab sıfatından faydalanır. Bu noktada artık o kişiyle alaka kuran Allah ile de alaka kurmuş olur. Ondan alakasını kesen Allah’ın Rab sıfatından da alakasını kesmiş olur. Yani Allah’ın ilgi duyduğu âlemlerinden de çıkmış olur, Rububiyetinden[22] mahrum kalır. Derin düşünecek olursanız küfür ve İslam ayrımının sırrı da bu noktada gizlidir.

Nihai dereceleri

Bu makamın en tepe noktasına sadece Peygamber Efendimiz varmış olsa dahi aslında tüm peygamberler bu makamdadırlar. Sadece seviyeleri ve dereceleri ayrı ayrıdırlar. Bazıları diğerlerine göre daha çok celal sahibidirler.

Hazreti Beşiruddin Mahmud Ahmed

Vadedilen Mesih’in 2. Halifesi

Envar-ül Ulum adlı kitaptan

” Allah’ın Zatı Hakkında” konulu konuşma, 1921

“Hasti-e-Bari Taala”

[1] Fâtiha (1) sûresi, ayet 2-6

[2] A’raf (7) sûresi, ayet 17

[3] Ankebût (29) sûresi, ayet 70

[4] Allah’ın Rab sıfatı

[5] Güzel bir şekilde gelişmek için gereken şeyleri sağlamak

[6] Aynen sıkıntılara düşmüş çocukların bazen anne babaya karşı dedikleri gibi*

[7] Rahmaniyyet amele bakmaksızın sadece ihtiyaca bakıp veren sıfattır.

[8] Kendi dertlerine düşeceklerdir. Aynen hakemin önüne çıkartılan birisi gibi. O anda her şey unutuluyor ve insan kendi derdine düşüyor.

[9] Buhari- Kitabul Enbiya

[10] Bu özelliği anlayamadıkları için Hıristiyanlar Baba olan Tanrı tüm insanlığın suçları için alakasız biricik oğluna ceza vermiştir.

[11] Bir yola giren

[12] Malikiyet bir nevi yüzde yüz adaleti temsil ediyordu. Rahimiyyet ise insanı sadece adalet seviyesinde bırakmak istemiyor.*

[13] Tebliğ eden birisi. Özellikle dinle ilgili

[14] Vâdedilen Mesih’in yaşadığı küçük kasaba.

[15] Yani nasıl insan başkaların yaptıklarını hak ettiklerinden daha çok karşılık vermişse, şimdi Allah da aynı muamele ona karşı yapar.

[16] Her hangi bir konuda elinden geleni yapıp gerisini Allah’a bırakmak.

[17] Rahman (55) sûresi, ayet 2-3

[18] Siret İbn-i Hişam

[19] Müsned Ahmed bin Hanbal.

[20] Nasıl ki birinci sınıfta okuyan bir öğrencinin son hedefi yine üniversite de okutulacak müfredattır. Daha ilkel bir şey okuyor olmasına rağmen aslında farklı bir şey okumuyordur. Müfredatın sınırlandırılmış olması zihinsel gelişim aşamasına uygundur.

[21] Hindu mezhebin peygamberleri

[22] Rab sıfatından

Önceki

Allah’a Doğru İlerlemek İsteyenlerin 10 Hali

Sonraki

13.03.2020 – Bedir Sahabeleri: Hz. Talha bin Ubeydullah (ra)